Etiket arşivi: hüseyin nihal atsız

Bozkurtlar – Hüseyin Nihal Atsız

Bu yazımda daha önce aklımda olmayan ama bir vesile ile okuduğum Bozkurtlar romanı hakkındaki yorumlarımı paylaşacağım. Kitap esasında Hüseyin Nihal Atsız’ın (1905-1975) Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor isimli birbirinin devamı olarak niteleyebileceğimiz iki kitabının birleşmesi ile oluşuyor. 1973 yılında yazarın izni ile birleştirilerek Ötüken Yayınları’ndan basılmış. Yani bu kitabı okursanız aslında iki kitap okuyor olacaksınız. Kitap toplamda 584 sayfadır. İlk kitap yaklaşık 400 sayfa iken, ikinci kitapta yaklaşık 185 sayfadır.

Birinci Kitap – Bozkurtların Ölümü

Kitap Hüseyin Nihal Atsız’ın 1937-1946 yıllarında Ateş Çocuk Dergisi’nde düzensiz yazıları ve sonrasında tamamlaması ile 13 Nisan 1946 tarihi saat 21:00’de Maltepe’de son halini alıyor. Eser romanın hikayesi isimli giriş mahiyetinde birkaç sayfalık bölümle başlıyor. Esas kısım ise üç bölümden oluşuyor. Bölümlere ayrı ayrı bakacağız ancak genel olarak bu kitapta hangi konudan bahsediliyor ona bakalım.

Hikaye 621 tarihinde başlıyor. Başkenti Ötüken olan Doğu Göktürk Kağanlı’nın o zamanki lideri Çuluk Kağan’ın (kaynaklarda Çullug veyahut Çula Kağan olarak da geçmektedir) Çin kaynaklı zehirlenmesinden sonra devletin başına kardeşi Bağatur Han’ın (kaynaklarda İl/İllig Kağan olarak geçmektedir) geçmesiyle başlamaktadır. Bağatur Han devletin başına geçince Kara Kağan olarak isimlendirilmiştir. Bu dönemde Batı Göktürk Kağanlı’nın başında ise Tüng Yangu Kağan bulunmaktadır. İyi durumda olan ve Çin’e karşı üstünlük kurmuş olan ülke bu değişiklik ve iklim koşulları neticesinde Çin’e karşı giderek güçsüz duruma düşmüş ve neticede bir savaş sonunda Göktürkler Çinlilere yenilmiş ve Kara Kağan esir düşmüştür. 9 yıl Çin hakimiyetinden sonra Kara Kağan’ın yeğeni Kür Şad ve 40 çerisi ihtilal yapmak için Çin sarayına baskın yapmıştır. Kür Şad’ın, 40 çerisinin ve birçok Çinlinin ölümüyle sona eren bu ihtilal girişimi başarısız olsa da amacına ulaşmış, bir zaman sonra Göktürk Kağanlı’nın tekrar dirilmesini sağlayacaktır. Kitap bu noktada son bulmaktadır. Şimdi gelelim ilk kitabın bölümlerine;

  1. Bölüm: Çuluk Kağanın Zehirlenmesiyle başlıyor, yerine kardeşi Bahadur Şad nam-ı diğer Kara Kağan geçiyor. Bu bölüm Çinlilere karşı alınan galibiyet ile de son buluyor. Bu bölüm yaklaşık 150 sayfa.
  2. Bölüm: Böğü Alp’ın Kıraç Ata’yı ziyareti ve Kıraç Ata’nın baktığı fal ile başlamaktadır. Göktürklerin ve Böğü Alp’ın geleceği ile ilgilidir ve kitap boyunca bu kehanetler birer birer çıkmaktadır. Bu bölüm Çinlilere karşı alınan büyük mağlubiyet ile sona ermektedir. Bu bölümde yine yaklaşık 150 sayfadır.
  3. Bölüm: Kara Kağan’ın esareti ile başlamaktadır. Göktürk’lerin kalan subay, çeri ve halkı Çin içerisinde ve hakimiyetinde yaşamaktadır. Bazı subaylar Çin özel kuvvetlerinde görevlendirilmişlerdir. Tahakküm altında yaşamayı kendilerine yediremeyen Kür Şad önderliğindeki 40 çeri 639 yılında başarısız bir ihtilal girişiminde bulunmuş. Çin sarayına baskında bulunan bütün ihtilalciler canlarını feda etmişlerdir ancak amaçlarına ulaşmışlardır. Çünkü Göktürk devleti bu vesile ile tekrar dirilecektir. Kitap burada son bulmaktadır. Bu bölüm ise yaklaşık 100 sayfadan oluşmaktadır.

İkinci Kitap – Bozkurtlar Diriliyor

İkinci kitap bölümlerden oluşmuyor. Yaklaşık 185 sayfadır. Kitap 15 Nisan 1949’da yine diğer kitapta olduğu gibi Maltepe’de tamamlanmıştır.

Bu bölümde babasının kim olduğunu bilmeyen ve Kür Şad’ın kayıp oğlu olan Urungu’nun aşk hikayesi eşliğinde Göktürk’lerin tekrardan toparlanarak Çin tahakkümünden kurtulması ve parlaması anlatılmaktadır. Hikayenin sonunda acı bir son ile biten aşk ve Göktürk’lerin Çin’e karşı aldıkları galibiyet vardır. Bu galibiyet ile Göktürkler eski şaşaalı günlerine dönmüşler, 681 yılında kitabın isminde de olduğu gibi dirilmişlerdir. Devletin başında hükümdar olarak İlteriş Kağan, vezir olarak da Bilge Tonyukuk bulunmaktadır.

Değerlendirme

Kitap her ne kadar roman olsa da Göktürklerin gerçek hikayesine ışık tutması açısından önemli bir kitaptır. Hikaye sizi içerisine almaktadır toplamda 600 sayfalık bir kitap olsa da çok akıcıdır ve eminim kısa sürede bitireceksiniz. Doğu Göktürk Kağanlığı’nın çökmeye başlangıcının tarihi olan 620 yılının sonu itibariyle başlayan hikaye yukarıda da bahsettiğim gibi 681 yılında son bulmaktadır. Çullug Kağan 10. büyük Türk hakanıdır. Gerçekte de Birinci Doğu Göktürk Kağanlığı 582-630 yıllarında hüküm sürmüştür. İkinci Doğu Göktürk Kağanlığı ise 681-745 yılları arasında hüküm sürmüş, Uygur Devleti tarafından 745 yılında yıkılmıştır. Göktürklerde devlet töreye göre yönetilmektedir. Kağan ve kağan liderliğindeki toy (meclis) töreyi düzenleyebilir. Gök tanrı inancına sahiptirler ve hükümdarlık hakkı tanrıdan gelir. Ayrıca Göktürkler tarihte Türk adını kullanan ilk devlettirler. Ordu düzenlidir ve 10’luk düzen kullanılmaktadır. En büyük yapı tümendir ve 10000 kişiden oluşmaktadır. En küçük grup ise onbaşının idaresi altındaki 10’luk gruplardır. Onbaşıyı, yüzbaşı ve tümenbaşı takip etmektedir.

Aşağıda kitaptan aldığım ve beğendiğim bazı pasajlar bulunmaktadır;

Yamtar yüzünü göğe kaldırıp söylenmeğe başladı: “İsa Tanrının oğlu. İsa’yı Meryem doğurdu. Ama Meryem, Tanrının katunu değil. Tanrı, İsa’nın babası… İsa’nın anası, babası var. Babası Tanrı…Anası Meryem… ama Meryem, Tanrının katunu değil… İsa….”

Onbaşı Yamtar sözlerini bitiremedi. Gık demeden tartışmayı dinliyen Onbaşı Sançar, bu mantıksızlıkla sinirleri bozularak meşhur kahkahasını savurmuştu. Papazlarla çevrelerindeki Türklerin gözleri birden Sançar’a çevrildi. O, her zaman yaptığı gibi böğürlerini tutarak, gözlerinden yaşlar akarak katılıyor, kahkaha arasında da kesik kesik şöyle bağırıyordu:

– Tanrı ile Meryem evlenmeden bu yalavaç nasıl doğar be? Herhalde bu bunağın Tanrısı Meryem’in otağına gizlice girdi de Kara Kağan duymasın diye bizden saklıyor. Yoksa onun sonucu da Karabudağ’ın sonucuna benzerdi…

Yamtar, bu gürliyen kahkahalar arasında yine yere düşmüş olan Sançar’ı, Onbaşı Derse’nin yardımıyla bir ata bindirip bağlamağa çalışırken bağırdı:

– Bana bak, koca papaz! Türk Tanrısı, Türk Türesine aykırı iş yapmaz. Sizin Tanrınız Ötüken’e gelirse işi yamandır.

Üçoğul dinlemeden atlarıyla birlikte avluya geldi. Yine subay kılıklı birisiyle arkasında üç adamı demin kendisiyle konuşan yaverin karşısında duruyorlardı. Üçoğul bir Türk onbaşısı olduğu için burada bir dövüşün başlamak üzere olduğunu anlamıştı. Hiç şüphesiz bu dövüşte seyirci kalamazdı. İki taraftan birini tutmak gerekti. Tutmak gerekince de az önce konuştuğu yaverin yanını tutmak doğru olurdu. Hem onlar dörde karşı üç kişiydiler. Üstelik yaver kendisiyle arkadaşça konuşmuştu. Üçoğul fazla düşünmeğe lüzum görmeden odasına seğirtti. Keçesini hızla açarak kılıcını çıkarıp kuşandı. Sonra avluya koştu. Savaş başlamıştı. Şemin’in subayı ile üç çerisi saldırmışlardı. Üçoğul yirmi adımlık yolu koşuncaya kadar Kien-çing’in yaveri, iki çerisi yıkıldığı için tek başına kalmıştı. Üçoğul, yaverin yanına gelince durum değişti. Birkaç denemeden sonra ilk vuruşuyla birini, biraz sonra ikincisini devirdi. Çin veliahdının yaveri bu beklenmedik yardımdan çok sevindiği için savaş naraları atarak vuruşuyordu. Avludakiler darmadağın olmuşlardı. Kimi kaçmış, kimi bir kıyıya ilişmiş, dövüşü seyrediyordu. Fakat bu çarpışma uzun sürmedi. Üçoğul, acemi bir çeri olan karşısındaki Çinli birkaç kılıç tokuşturduktan sonra Türkvari bir kılıç savurdu. Bu savuruşla Çinlinin başı gövdesinden ayrılıp yere düşmüştü. Karşı tarafta tek başına kalan ve Çin veliahdının yaveriyle vuruşan Çin subayı, Üçoğul’un da kendi karşısına geldiğini görünce kaçmaktan başka çıkar yol bulamadı. Büyük bir hızla koşarak avlunun kapısından kayboldu.

Bütün Türkler gibi Yağmur’un aklı da alım satımla zengin olmağa bir türlü ermiyordu. Hele Türkler açlıktan kırılırken tutsak Çinlilerin alım satımla zengin olması dünyadaki en büyük haksızlıktı. Kendi kendine çabuk bir hesap yaptı. Sonra daha dik bir sesle Çinliye bağırdı:

Gök Börü hepsine ok atmasını, kılıç vurmasını, kargı sançmasını öğretti. Hepsi bu gün için yetişip büyüdüler. Biz onlardan daha katı vururuz. Onlar bizden daha çabuk vururlar. Onlarla biz birlikte olursak birbirimizi bütünleriz.

Dünyada en güçlü kişi ölümü göze almış olan kişidir.

Ayın bahtı karanlık ,
Bulutunki karadır.

Av avladık, kuş kuşladık.

Kitapta eski Türkçe birçok kelimeye de yer verilmiştir. Burada benim daha önce bilmediğim bir kısmına yer vermek istedim;

Bunlu Kederli
Evdeş Zevce
Gezlemek Nişanlamak
İni Küçük erkek kardeş
Bezek Süs
Sayrı Hasta
Eçi / Eçe Amca, ağabey
Arık Zayıf, sıska
Esrimek Sarhoş olmak
Buşku Heyecan
Eye Sahip
Dilmaç Tercüman
Buğra Erkek deve
Albız Şeytan
Aldamak İğfal etmek
Çaşıt Casus
Sağrak Kadeh, bardak
Bitig Mektup
Ulca Ganimet
Bidevi at Soy at
Bay Zengin
Kineşmek Meşveret etmek, müzakere etmek
Aşığsız Faydasız, menfaatsiz
Tümen On bin
Kannış Cilve
Yay İlkbahar
Yargı Mahkeme, hüküm
Yasavul Polis, inzibat
Tamu Cehennem
Singil Küçük kız kardeş
Karımış İhtiyarlamış
Kalın Çeyiz
Şurlamak Şarıl şarıl akmak
Anda Kankardeşi
Sart Tüccar
Yancık Kemere ata asılan küçük torba
Utacı Doktor
Börü Kurt
Uğru Hırsız
Karganmış Mel’un
Toklu Bir yaşını geçmiş kuzu
Uran Parola
Konçuy Prenses zevce
Kovuculuk Zem, iftira
Kırnak Cariye
Süsmek Boynuzla vurmak
Kavşıt Kavuşulacak yer, randevu
Yalavaç Peygamber

 

Mutlak Seveceksin

Sevda gibi bir gizli emel ruhuna sinmiş;
Bir haz ki hayalden bile üstün ve derinmiş.
Gökten gelerek gönlüne rüzgar gibi inmiş,
Bir sır ki bu, ölsen bile açamazsın…

Anlatması imkansız olan öyle bir an ki,
Hülyadaki ses varlığının gayesi sanki…
Bak emrediyor: Daldığın alemden uyan ki,
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın…

Kalbin benim olsun diyorum, çünkü mukadder…
Cismin sana yetmez mi? Çabuk kalbini sök, ver!
Yoktur öte alemde de kurtulmaya bir yer!
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın…

Ram ol bana, ruhun yeni bir aleme girsin…
Yazmış kaderin: Aşkıma ömrünce esirsin!
Aklınla, şuurunla, hayalinle bilirsin.
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın…

HÜSEYİN NİHAL ATSIZ

Geri Gelen Mektup

Rûhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem, bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervâne olan kendini gizler mi alevden?
Sen istedin, ondan bu gönül zorla tutuştu…

Gün senden ışık alsa bir renge bürünse;
Ay secde edip çehrene yerlerde sürünse;
Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan
Yalnız o yeşil gözlerinin nûru görünse…

Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,
Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla!..
Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince,
Çehren bana uğrunda ölüm hâzzı verince,
Gönlümdeki azgın devi rüzgârlara attım;
Gözlerle günâh işlemenin zevkini tattım.
Gözler ki birer parçasıdır sende İlâh’ın,
Gözler ki senin en katı zulmün ve silâhın,
Vur şanlı silâhınla gönül mülkü düzelsin;
Sen öldürüyorken de, vururken de güzelsin!

Bir başka füsûn fışkırıyor sanki yüzünden,
Bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden…
Hasret sana ey yirmi yılın taze baharı,
Vaslınla da dinmez yine bağrımdaki ağrı.
Dinmez! Gönlün, tapmanın, aşkın sesidir bu!
Hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı,
Görmek seni ukbâdan eğer mümkün olaydı.

Dünyayı boğup mahşere döndürse denizler,
Tek bendeki volkanları söndürse denizler…
Halâ yaşıyor gizlenerek rûhuma “Kaabil”;
İmkânı bulunsaydı, bütün ömre mukabil
Sırretmeye elden seni bir perde olurdum.
Toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum.

Mehtaplı yüzün Tanrı’yı kıskandırıyordur.
En hisli şiirden de örülmez bu güzellik.
Yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur,
Kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik!

HÜSEYİN NİHAL ATSIZ