BİTİŞİKLİK KURAMI

Bitişik kuramı Watson-Guthrie isimleriyle beraber anılır. Öncelikle ödevde konunun tanımına ve ana kavramlarına değindikten sonra ardından bu isimlerin katkılarına değineceğiz.

Literatürde klasik koşullanma yaklaşımı içinde yer alan Watson ve Guthrie’nin öğrenme yaklaşımları, klasik koşullanmadan bazı farklılıklar içermektedir.  Watson, klasik koşullanmanın önemli bir öğrenme kaynağı olduğunu; ancak canlıların koşulsuz uyaran ve koşulsuz tepkilerinin sınırlı sayıda olduğunu, koşulsuz uyarıcı olmadan da öğrenme olabileceğini ifade etmiştir. Watson ve Guthrie öğrenmede en önemli noktanın bitişiklik ilkesi olduğunu, canlıların birbirine yakın zamanda gördükleri uyaranları birbirlerine eşlediklerini söylemişlerdir [7].

Bitişiklik, iki değişik uyaran-tepki bağlantısının birbirini anımsatmasıdır. Yani iki uyarıcıdan biri ortaya çıktığında diğeri onu hatırlatmaktadır. Birçok bilgiyi ve davranışı uyarıcı ile doğru davranışı tekrar tekrar bitiştirerek öğrenmişizdir [2].

Türkçe kelimelerin yabancı dil karşılıkları, noktadan sonra büyük harfin gelmesi, tarih derslerinde olaylar ile oluştuğu tarihler bitişiklik yoluyla öğrenilir [2].

Bitişiklik ilkesi, öğrenmenin tek ilkesidir. Öğrenmenin oluşabilmesi için uyarıcılar arasında bir bitişiklik olmak zorundadır. Bitişiklik, uyarıcıların organizma tarafından anlamlandırılması için geçen zamandır. Burada bahsedilen bitişiklik bildiğimiz bitişiklik anlamına gelmez. Guthrie’ye göre, bir uyarıcıya karşı yapılan tepkinin, daha sonra aynı uyarıcıyla karşılaşıldığında da gösterilme eğilimi vardır. Organizmanın öğrenebilmesi için pekiştirmeye ve tekrara ihtiyacı yoktur. Hareketlerin öğrenilmesinde tekrara ihtiyaç olmamasına karşın tekrar, etkinliklerin ya da becerilerin öğrenilmesinde hızlandırıcı bir faktördür. Guthrie’ye göre beceri, her biri tek bir denemede öğrenilen çok sayıdaki uyarıcı tepki bağlarından (hareket ve etkinlikten) oluşmaktadır. Buna örnek olarak, otomobil kullanma, piyano çalma, bisiklete binme, dans etme vb… verilebilir. Bu beceri davranışlarını edinebilmemiz için tabii ki de tekrar ve alıştırma gereklidir [1].

Yukarıda da bahsettiğimiz üzere bitişiklik kuramı denilince akla iki isim gelmektedir. Bunlar Watson ve Guthrie’dir. Şimdi bu isme de değinelim;

BİTİŞİKLİK KURAMI VE WATSON

Davranışçılık kuramının kurucusu olan John B. Watson (1878-1958) Güney Carolina, Greenvilel’de yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Aile ortamında çatışmaların ortasında büyümüş, babası tarafından terk edilmiş, oldukça problemli, şiddet eğilimli bir çocukluk dönemi geçirmiştir. Davranışçılık adını verdiği yeni psikolojik yaklaşım konusundaki gözlemlerini ve çalışmalarını ağırlıklı olarak kendi çocukları üzerinde yapmıştır [3].

Bilincin yapısını inceleyen Watson yapısalcılığa karşı çıkmış, özel bir öğrenme kuramı geliştirmiştir. Pavlov’un klasik koşullanma ile ilgili görüşlerini model olarak uygun bulmuştur. Davranışın oluşumunda kalıtsal bir özellik değil çevrenin etkisi olduğunu vurgular. Davranışların belirlenmesinde ve yetiştirilmesinde çevre büyük önem taşır. Watson bu yönüyle tabula rossa (boş levha) görüşünü kabul etmektedir. Bu görüş zihni boş levha olarak görür [5].

Watson Pavlov’un çalışmalarının yetersiz olduğunu, tepkisel koşullanmanın sadece refleksif olmadığını karmaşık davranışlarda ve korkunun öğretilmesinde kullanılabileceğini belirtmiştir [5].

Watson, temel olarak davranışla ve davranışın yaşantı yoluyla nasıl değiştirilebileceği ile ilgilenmiştir. Watson insan davranışını tamamen refleksler, uyarıcı-tepki ilişkisi ve pekiştiricinin etkisi ile açıklamaya çalışmıştır. Watson, davranışların başlangıç noktası olarak refleksleri kabul eder. İnsanların uyaran tepki bağlarıyla doğduğuna inanır ve bunlara refleks adını verir.

Watson yürüme, koşma, konuşma gibi karmaşık becerilerimizin hep uyarıcı tepki arasında bağ kurma yoluyla öğrenilmiş davranışlar olduğunu ve bütün davranışların klasik koşullanma yoluyla öğrenilebileceğini savunmuştur. Bebekler koşullanma yoluyla suçlu, müzisyen, ressam haline getirilebilir. Yani insanda, koşullanma yoluyla her kişilik oluşturulabilir [5].

Korku Koşullanması ve Uyarıcı Genellemesi Çalışması

Watson; Pavlov’un yaptığı klasik koşullanma deneylerinden etkilenmiş ve kendisi de bu doğrultuda çalışmalar yapmış, klasik koşullanmayı insan davranışlarını açıklayabilecek temel bir mekanizma olarak görmüştür. Watson, eğer bir köpek koşullanabiliyorsa bir çocuğun da koşullanabileceğini ileri sürmüş ve Pavlov’un yaptığı tarzda klasik koşullanma deneylerin insan denekler (çocuklar) ile yapmasıyla meşhur olmuştur [6].

Watson’a göre davranışlar doğuştan gelen özellikler değildir. Çevresel etmenlerin tesiri altında öğrenilirler. Davranışlar tıpkı klasik koşullanmada olduğu gibi U-T bağlarının, şartlan yoluyla birbiriyle ilişkilendirilmesiyle oluşur. Diğer deyişle Watson’a göre öğrenme koşullu uyarıcı ile koşulsuz uyarıcının birbiriyle ilişkilendirilmesi sürecidir. Bunun için önce koşullu uyarıcı hemen ardından da koşulsuz uyarıcı verildiğinde koşullanma gerçekleşir. Watson’un kuramında öğrenmenin gerçekleşmesi için koşullu uyarıcı ile koşulsuz uyarıcının bitişikliği (U-U bitişikliği) gereklidir [6].

Watson, bu görüşlerini test etmek için 1920 yılında Rayner adlı meslektaşı ile psikoloji literatüründe “Küçük Albert Deneyi” olarak bilinen deneyi yapmışlardır. Bu deneyde amaçları, korkuların (fobiler) doğuştan gelen özellikler değil öğrenilmiş tepkiler olduğunu göstermektir [6]. Watson, klasik koşullanmanın genellemesi deneyini 11 aylık Albert adlı bir bebek üzerinde çalışmıştır. Albert’e beyaz bir fare hediye edildi. Başlangıçta bebeğin fareye yönelik herhangi bir korkusu gözlenmedi. Bir süre sonra bebeğin fareye her yaklaşımında koşullu bir uyaran olarak güçlü bir mekanik ses çıkarıldı. Bu ses doğal olarak Albert’i korkuttu ve fareden uzaklaştı. Bitişiklik ilkesi sonucu zamanla korku tepkisi koşulsuz uyaran olan fareye karşı da gösterilmeye başlandı. Zamanla bebek gördüğü beyaza benzer her şeyden (beyaz oyuncak, beyaz tavşan vb.) uyarıcı genellemesiyle korkmuştur. Bu deneyi ile Watson, klasik şartlanma yoluyla fobi oluşturulabildiğini göstermiştir. Başka bir deyişle Watson, davranışın kalıtımsal olmayıp insanın çocukluğundan beri çevresindeki belli uyarıcılarla belli tepkilerin birleşmesi sonucu uyarıcı-tepki bağlarının birbiri üzerine şartlanma yoluyla inşa edilmesi sonucunda geliştiği görüşünü savunur [5].

Korkunun Giderilmesi ve Sistematik Duyarsızlaştırma

Watson korku öğrenilebiliyorsa korkmama da öğrenilebilir demiştir. Korkunun giderilmesinde de tepkisel koşullanmayı kullanmak istemiştir. Bu yöntem sistematik duyarsızlaştırmaya benzemektedir.

Tavşandan korkması öğretilen bir çocuğa tavşan kafes içerisinde uzaktan gösterilmiştir. Her gün tavşan bir miktar daha yakınlaştırılmış. Çocuğun yanına kadar getirilmiş ve serbest bırakılmıştır. Çocuğun artık tavşandan korkmadığı görülmüştür. Tavşan başlangıçta çocuk için nötr uyarıcı iken korku ile koşullu hale gelmiştir. Daha sonra alışma mantığındaki gibi koşullu uyarıcı tek başına verilmeye devam etmiştir. Önce alışma gerçekleşmiş daha sonra ise istenmeyen davranış yok olmuştur.

Watson öğrenme için pekiştirmeye ihtiyaç olmadığını savunur. Öğrenmenin bitişiklik ve tekrar sayesinde gerçekleştiğini belirtir. Ona göre koşullu ve koşulsuz uyarıcılar ne kadar sık verilirse öğrenme de o kadar güçlenmektedir. Bir uyarıcıya verilecek tepki, uyarıcıya karşı en son ve en sık yapılmış tepkidir.

Sistematik duyarsızlaştırma ile kademeli yaklaştırma konusu genellikle birbirine karıştırılan konulardır. Sistematik duyarsızlaştırma korkunun giderilmesi, kademeli yaklaştırma ise yeni bir davranışın kazandırılması için kullanılmaktadır [5].

Öğrenmede En Son – En Sık İlkesi

Watson’a göre bir uyarıcıya verilecek tepki, o uyarıcıya karşı en son yapılmış ve en çok tekrarlanmış tepkidir. Bu ilkeye “en son ve en sık tepkisi” adı verilir. Watson için en önemli şey uyarıcı – tepki ikileminin tekrarlama sıklığıdır.

Watson öğrenmeyi davranış gelişiminin temel süreci olarak kabul etmiş ve “bir insan ne öğrenmişse odur” anlayışı getirmiştir. Watson davranışların çevresel etmenlere göre oluştuğunu, şartlanma ile oluşan davranışların tekrar şartlanma yoluyla değiştirilebileceğini ileri sürmüştür. Yani korku öğrenilmişse, korkmama da öğrenilebilir. Bunun için önce çocuğa korktuğu şeyden (fare) korkmayan çocukların oynadığı bir oyun, televizyon filmi izlettirilmiştir. Daha sonra sevmediği şey (fare) yavaş yavaş gösterilerek korku ortadan kaldırılmıştır [2].

Watson, Pavlov’u Amerika’ya tanıtmış ancak kendisi tüm ilkeleri kabul etmemiştir. Watson’a göre öğrenme, koşullu ve koşulsuz uyarıcıların birbirine çok yakın zamanlarda verildiğinde meydana gelmektedir. Bunlar ne kadar sık verilirse aralarındaki ilişki o kadar güçlenmektedir. Öğrenmede bitişiklik ve sıklık ilkelerini kabul etmekte ancak pekiştirmenin gereğine inanmamaktadır. Çocukların korkularının ve diğer duygusal özelliklerinin giderilmesi ile ilgili bazı ilkelerin (sistematik duyarsızlaşma) uygulamalarının öncülerindendir. İstenilen davranışların kazandırılmasında tekrarın önemini vurgulamıştır [3].

Watson, 1930 yılında yayınlanan bir kitabında “Bana sağlıklı, iyi yapılı bir düzine çocuk ve onları içinde yetiştireceğim kendi özel dünyamı (çevreyi) verin. Onların yetenekleri, eğilimleri, meziyetleri, yatkınlıkları, atalarının ırkı ne olursa olsun, size onlardan her birini rastgele biçimde kendi seçeceğim mesleklere göre doktor, avukat, sanatçı, tüccar, hatta dilenci ve hırsız olarak eğitmeyi garanti edeyim.” demiştir. Bu abartılı görüş ile eğitimin insan davranışları üzerindeki önemine vurgu yapan Watson, yazısının devamında bu görüşü için; “Ben gerçeklerin ötesine gidiyorum ve bunu itiraf ediyorum. Fakat bunun tersini savunanlar da var ve bunu binlerce yıldır yapıyorlar.” diyerek, insanların olumlu ve olumsuz davranış özelliklerinin atadan geldiğini savunan “öjenik” görüşlere karşı olduğunu ifade etmiştir [6].

BİTİŞİKLİK KURAMI VE GUTHRIE

Bir filozof, matematikçi olan ve daha davranışçı psikoloji akımından etkilenerek kuramını geliştiren Edwin Ray Guthrie (1886-1959) öğrenmeye ilişkin görüşlerini Guthrie Bitişiklik Kuramı ile açıklamıştır. Devamında da alışkanlıkları yok etmek için tercih edebileceğimiz yolları da kuramını destekleyecek şekilde listelemiştir [4].

Guthrie klasik koşullanma ile ilgili temel görüşlerin izinden gitmiş ancak farklı olarak öğrenmenin bitişiklik ile açıklanabileceğini belirtmiştir. Guthrie’ ye göre, bir uyarıcıya karşı yapılan tepkinin, daha sonra aynı uyarıcıyla karşılaşıldığında da gösterilme eğilimi vardır.

Guthrie’nin bitişikliği uyarıcı-tepki bitişikliğidir. Öğrenme tek bir denemede kazanılır. Öğrenme ilkesi olarak sıklık yasasını tamamen reddeder. Guthrie öğrenme ilkelerini; “en son tepki” ve “yakınlık” başlıkları altında inceler. Belirli özel bir uyaran duruma yapılan tepkideki son şeyi öğreniriz. Ödül ve ceza öğrenmeye uygun değildir. Eğer öğrenme gerçekleştiyse ondan sonraki bir olaydan (ödül –ceza) etkilenmeyecektir [2].

Alışkanlık haline getirilmiş olumsuz davranışlardan Olumsuz alışkanlıkları yok etme yöntemleri üç tanedir. Bunlar; eşik yöntemi, bıktırma yöntemi ve zıt tepki yöntemidir. Şimdi bunları gözden geçirelim [4].

  • Eşik Yöntemi: Alıştığımız bir davranıştan kademe kademe uzaklaşmak ya da alışmak istediğimiz davranışa kademe kademe yaklaşmaktır. Modern psikoterapistler tarafından da kullanılan bu yöntemde amaç; istenmeyen tepkiye neden olan uyarıcının çok az düzeyde verilerek yavaş yavaş artırılmasıyla organizmanın uyarıcıya alışmasını sağlamaktır. Bu yöntem, korku ve fobileri yenmek için de kullanılmakta olup bu alanda sistematik duyarsızlaştırma olarak adlandırılmaktadır.

Örnek: Peynir yemekten nefret eden küçük çocuğu, peynir yemeye alıştırmak isteyen annesi peynir çeşitlerini küçük küçük yemeklerinin, pastalarının içine koyarak çocuğuna yedirmiştir. Sonra peynir büyüklüğünü yavaş yavaş artırarak sonunda peyniri direk olarak yedirmeye başarabilmiştir.

  • Bıktırma Yöntemi: Kişi, istenmeyen tepkiyi vermekten bıkıncaya kadar uyarıcıya maruz bırakılır. Zamanla kişi bu tepkiyi göstermekten yorulacağı için aynı uyarıcıya karşı istenmeyen bu tepkiyi göstermekten vazgeçer. Sonunculuk ilkesine göre bir uyarıcıya verilecek olan tepki o uyarıcıya en son verilmiş tepkidir. Bu durumda söz konusu uyarıcıya en son verilen tepki istenmeyen tepki olmadığı için bu uyarıcıya karşı bir dahaki sefere de bu tepki verilmeyecektir.

Bu yöntemin etkili olması için, organizmanın ilk bıkkınlık düzeyinden sonrada yapmasını istemek gerekir. Eğer ilk bıkkınlık şikayetinde uyarıcı kesilirse bu yöntem işe yaramaz. Bazen farkında olmadan kullanılan bu yöntem olumlu bir davranışın kazanılmasını da engelleyebilir. Örneğin; öğrencilere çok ve yoğun ödev verilmesi, çocuğun ödeve karşı motivasyonunu düşürerek ödev yapmaktan nefret etmesine yol açabilmektedir veya bebeklikte çok fazla süt içirilmesi ile yetişkinlikte o çocuğun sütten nefret etmesine yol açabilir [2].

Bazen farkında olmadan kullanılan bu yöntem olumlu bir davranışın kazanılmasını da engelleyebilir. Örneğin; öğrencilere çok ve yoğun ödev verilmesi, çocuğun ödeve karşı motivasyonunu düşürerek ödev yapmaktan nefret etmesine yol açabilmektedir veya bebeklikte çok fazla süt içirilmesi ile yetişkinlikte o çocuğun sütten nefret etmesine yol açabilir [2].

Örnek: Guthrie, bıktırma yönteminin vahşi bir atın sırtına konulan eyeri atmaya çalışma tepkisini ortadan kaldırmak için de kullanılabileceğini belirtmiştir. Atın sırtına eyer yerleştirilir ve binici de atın üzerine atlar ve at tepinmekten yorulup bıkıncaya kadar binici atın üzerinde kalmaya devam eder. Bir süre sonra at, sırtında eyer olmasına rağmen tepinmeyecektir.

  • Zıt Tepki Yöntemi: İstenmeyen tepkiye neden olan uyarıcı ile bu uyarıcıyla rekabet edebilecek ve istenen bir tepkiyi (zıt tepki) meydana getirecek uyarıcı birlikte sunulur. Organizmayı uyarıcıdan uzak tutmak için, uyarıcının onun üzerinde olumsuz bir etki yaratmasını sağlamak hedeflenir.

Eğitim öğretim ortamında birbirine zıt uyarıcılar bir araya getirilerek uyaranların organizmada olumlu davranışı dönüştürülmesi sağlanabilir. Örneğin, çalışkan öğrenci ile tembel öğrenci aynı sıraya oturtularak, tembel öğrencinin çalışkan öğrenciden olumlu yönde etkilenmesi sağlanabilir.

Örnek: Kelime ezberi yapmayı sevmeyen ancak şarkı söylemeyi çok seven kişinin İngilizce çalışırken kelimelerle şarkı sözleri oluşturup bu şekilde daha rahat ezber yapması; köpeklerden korkan çocuğun annesinin kucağında, güvende iken köpekle etkileşime girmesinin sağlanması ve annenin verdiği güven duygusunun baskın gelerek korku tepkisinin verilmemesi; Okula gitmekten hoşlanmayan çocuğun vakit geçirmeyi sevdiği bir arkadaş grubu edindikten sonra “okulu sevmeme” tepkisinin azalarak ortadan kalkması örnekler olarak verilebilir.

Guthrie Bitişiklik Kuramı belli bir uyarıcı karşısında verilen tepkinin yerini yeni bir tepkinin alması yani önceki tepkinin unutulması esasını göz önünde tutmuştur. Yani aslında;

  • Eşik yöntemiyle peynir yemeye başlayan çocuk, peyniri tükürmeyi, ağzından çıkarmayı unutmaktadır.
  • Bıktırma yöntemiyle sırtındaki eyere alışan at, tepinmeyi unutmaktadır.
  • Zıt tepki yöntemiyle köpeğe yaklaşmaya başlayan çocuk ondan kaçma davranışını unutmaktadır [4].

BİTİŞİKLİK KURAMININ EĞİTİM VE ÖĞRETİME KATKISI

Öğrenmede tekrar önemlidir. En son yapılan davranışın tekrarlanma olasılığı daha yüksektir. Watson gerekli çevre düzenlemesinden sonra uygun uyarıcılar çocuğa verilirse çocukta istenilen nitelikler kazandırılabilir.

Çocuklara istenilen niteliklerin kazandırılabileceği görüşünün temellerini atmıştır. Çocukların korkularının ve olumsuz diğer duygusal özelliklerinin giderilmesi ile ilgili bazı ilkelerin (örneğin; sistematik duyarsızlaştırma) uygulamaların da öncülerinden birisidir. Öğrenmede, istenilen davranışların kazanılmasında tekrarın önemini vurgulamıştır.

KAYNAKLAR

  1. Bitişiklik Kuramı Nedir? – https://www.bilisimhocasi.com/bitisiklik-kurami-nedir
  2. Bitişiklik Kuramı – https://studylibtr.com/doc/693209/biti%C5%9Fiklik-kuram%C4%B1
  3. Bitişiklik Kuramı – http://files.gantepsosbilepo.webnode.com.tr/20000003 5-8b85e8d78f/biti%C5%9Fiklik%20kuram%C4%B1%20watson.pdf
  4. Alışkanlıkları Yok Etme Yöntemleri: Guthrie Bitişiklik Kuramı – https://www.matematiksel.org/aliskanliklari-yok-etme-yontemleri-guthrie/
  5. Watson Bitişiklik Kuramı: http://www.kpsskonu.com/egitim-bilimleri/ogrenme-psikolojisi/watson-bitisiklik-kurami/
  6. Watson’un Bitişiklik Kuramı – https://www.felsefe.gen.tr/watsonun-bitisiklik-kurami/
  7. Bitişiklik Kuramları – kpssrehber.com/dersnotu-77-bitisiklik-kuramlari

DAVRANIŞÇI BİLİM İNSANLARININ HAYATI

Pavlov, Thorndike, Watson, Guthrie, Hull, Skinner başlıca davranışçı kuramcılardır.

  • PAVLOV

Ivan Pavlov (1849- 1936), daha sonra davranışçılık ve modern psikoloji gibi disiplinlerin geliştirilmesine temel teşkil edecek olan klasik köpek koşullandırması üzerine yaptığı çalışmalar nedeniyle öne çıkan bir Rus fizyolog ve bilim adamıydı.

Pavlov, yaşamının ilk yıllarından itibaren büyük bir merak ve “araştırma içgüdüsü” olarak adlandırdığı bir dürtü gösterdi. Son derece dindar bir ailede doğmuş olmasına rağmen, hayatı, dönemin fikirlerini çok eleştiren ve bilimsel araştırmayı bir hakikat kaynağı olarak destekleyen I. M. Sechenov gibi düşünürlerin fikirlerinden etkilenmiştir. Böylece Pavlov, dini kariyerini bırakmaya ve 1870’de Saint Petersburg Üniversitesi’ne gittiği doğa bilimleri okumaya karar verdi. Orada fizik ve matematik dersleri almaya başladı, ancak kısa süre sonra biyoloji ve biyoloji gibi daha pratik konularla ilgilenmeye başladı.

1904’te Pavlov, köpeklerle klasik şartlandırma çalışmaları nedeniyle Nobel Tıp Ödülü’nü aldı ve böylece bu ödülü alan ilk Rus vatandaşı oldu. Araştırmaları 20. yüzyılın en önemlilerindendir ve her türlü eğitimsel ve klinik tekniğin geliştirilmesine hizmet etmiştir [1].

  • THORNDIKE

Edward Thorndike, 31 Ağustos 1874 yılında ABD’de dünyaya gelmiştir. Kaynaklarda tam adı Edward Lee Thorndike olarak bilinmektedir. Edward Thorndike, psikolog kimliği ile tanınmaktadır. En başarılı çalışmaları arasında karşılaştırmalı psikoloji alanında çalışmaları olmuştur. Edward Thorndike, bulunduğu dönemdeki çalışanlarla iligli testler ve sınavlar geliştirmiştir. Endüstriyel alandaki çalışanlarla ilgili problemlerin çözümüne katkı sağladığı bilinmektedir. Bunun dışında da Amerikan Psikiyatri Birliği’nin başkanlığını yaptığı bilinmektedir. Edward Thorndike, 9 Ağustos 1949 yılında ABD, New York’ta vefat etmiştir. Başarılı çalışmaları arasında Educational Psychology, Introduction to the Theory of Mental and Social Measurements, The Elements of Psychology, Animal Intelligence gibi çalışmaları vardır [2].

  • WATSON

Davranışçılığın kurucusu olarak bilinen John Broadus Watson, 1878 yılında Amerika Güney Carolina’da dünyaya gelmiştir. 16 yaşına geldiğinde üniversiteye giren Watson, 21 yaşında yüksek lisansını da vererek üniversiteden mezun olmuştur.

Watson, eğitim hayatında üniversite ile birlikte büyük bir değişim yaşamaya başlamış, felsefe çalışabilmek için Chicago Üniversitesi’ne devam etmeye başlamıştır. 1903 yılında “Hayvan Eğitimi: Beyaz farelerin fiziksel gelişimi üzerine deneysel çalışma” başlıklı teziyle bu üniversiteden kendi alanında ilk doktora derecesini alan kişi de Watson olmuştur. Chicago Üniversitesi’nde 5 yıl görev yapan Watson, profesör olarak John Hopkins Üniversitesi’ne geçmiştir.

Davranışçı Yaklaşım kuramının kurucusu olan Watson’ın görüşlerine karşıt görüşler de ortaya atılmış, bunlar da birer yaklaşım olarak psikoloji dünyasında ele alınmıştır. 1919 yılında “Davranışçı Görüşe Göre Psikoloji” adlı çalışması ile Davranışçı Yaklaşım’ın ilkelerini ortaya koymuş ve büyük yankı uyandırmıştır.

  • GUTHRIE

Edwin Ray Guthrie; (1886 – 1959) Nebraska’da doğmuş ve yetişmiştir. Nebraska Üniversitesi’nde matematik alanında lisans eğitimi, felsefe alanında yüksek lisans eğitimi almıştır. Doktorasını Pensilvanya Üniversitesi’nde felsefe üzerine yapmıştır. Doktora eğitimi sırasında liselerde matematik öğretmenliği yapmıştır. Doktora eğitiminden sonra Washington Üniversitesi’nde akademik kariyerine başlamış ve kariyerinin geri kalan bölümünü de aynı üniversitede tamamlamıştır. 1958 yılında psikoloji alanına yaptığı katkılarından dolayı APA tarafından ödüllendirilmiştir. Görüşleri Watson’inkine en yakın olan Guthrie’dir Diğer taraftan Guthrie’nln hiçbir zaman Watson’la birlikte çalışmadığı da bilinmektedir. Guthrie, davranışçı yaklaşımın öncüleri arasında değil, onları izleyen ikinci jenerasyona ait sayılmaktadır.

  • HULL

HULL, Clark Leonard (1884-1952) güdülenme mekanizmalarını vurgulayan davranışçı öğrenme kuramı ve psikolojiye getirdiği matematiksel yaklaşımı ile tanınan ABD’li psikolog.

New York Eyaleti’nin Akron kentinde doğdu. Connecticut Eyaleti’nin New Haven kentinde öldü. Michigan Üniversitesi’ni bitirip 1918’de doktora derecesini aldığı Wisconsin Üniversitesi’nde öğretim üyeliğine başladı. 1929’da, Yale üniversitesi’ne bağlı İnsan İlişkileri Enstitüsü’nde üstlendiği araştırma profesörlüğünü ölünceye dek sürdürdü.

Başlıca eserleri şunlardır; Aptitude Testing, 1928 (Yetenek Testi); Hypnosis and Suggestibility, 1933 (Hipnotizma ve telkine Yatkınlık); Principles of Behavior, 1943 (Davranışın İlkeleri); A Behavior System, 1952 (Bir Davranış Siatemi) [3].

  • SKINNER

Burrhus Frederic Skinner (20 Mart 1904 – 18 Ağustos 1990), ABD’li ruhbilimci, yazar, mucit, sosyal reform savunucusu ve şair. Pennsylvania’da doğan Skinner, yüksek okula gidene kadar burada yaşamıştır. Skinner “Skinner’in kutusu” adıyla bilinen deneyiyle öğrenmede edimsel (vasıtalı,operant) koşullanmanın önemini ortaya koymuş, son dönemdeki en önemli psikologlardan biri olmuştur. Psychology Today (Bugünde Psikoloji) isimli psikoloji dergisi, Skinner’ı psikolojiye en önemli katkıları yapan bir psikolog olarak tanımlamıştır. (1967, Eylül Sayısı) Davranışçı (Bihewyorist) ekolü kendisine daha yakın gören Skinner, topumların davranışsal kontrolü için özgün bir program geliştirmiş; bebeklerin bakımı için otomatik bir bebek karyolası tasarlamış ve davranış değişikliği tekniklerinin geniş ölçekli kullanımı için çalışmalar yapmıştır.Skinner 1989 yılında hastalanmış ve doktorlar tarafından kendisine lösemi teşhisi konulmuştur. Bunu öğrendikten sonra bile bilimsel çalışmalarını ara vermeksizin sürdüren Skinner, ölmeden saatler önce bile yazmaya devam etmiş ve “Psikoloji Bir Zihin Bilimi Olabilir mi?” isimli makalesini tamamlayamadan 1990 yılında hayata veda etmiştir [4].

KAYNAKLAR

  1. Ivan Pavlov: biyografi, deneyler, klasik şartlandırma- https://tr.warbletoncouncil.org/ivan-pavlov-3294
  2. Edward Thorndike kimdir? Hangi alanda çalışmalar yapmıştır?- https://sorhadi.net/d/115434-edward-thorndike-kimdir-hangi-alanda-calismalar-yapmistir/4
  3. Clark Leonard HULL Kimdir?- beybut.com/clark-leonard-hull-kimdir/
  4. Burrhus Frederic Skinner- turkcebilgi.com/burrhus_frederic_skinner

BAĞLAŞIMCILIK KURAMI

Thorndike tarafından ortaya atılmış bir kuramdır. Öğrenmeyi bir problem çözme süreci olarak değerlendirmiştir [1].

  • Problemleri deneme yanılma yöntemi ile çözmeye çalışır.
  • Uyarıcı – Tepki arasındaki sinirsel bağdan yararlanır.
  • Haz ilkesi önemlidir. Bir organizma davranışın sonucunda haz alıyor ise davranış devam eder.
  • Ceza yoktur. Ödül ve haz ilkesi vardır.

Thorndike ilk yazılarında, öğrenmenin temelinin duyusal uyarıcılar (sense impressions) ile harekete geçiriciler arasında kurulan bir bağ olduğunu kabul etmektedir. Alışkanlıkların meydana gelmesini ya da yok olmasını bu duyusal uyarıcılar ile tepkiler arasındaki bağların güçlenmesine ya da zayıflamasına bağladığından Thorndike’ın kuramı “bağ” psikolojisi ya da “bağlaşımcılık – connectionism” olarak adlandırılmaktadır. Thorndike, gerçek anlamda ilk uyarıcı – tepki psikologudur, ilk modern öğrenme kuramını oluşturmuştur. Uyarıcı ve tepkinin sinirsel bir bağla bağlandığına inanmaktadır. Bağlaşım, uyarıcı ve tepki arasında sinirsel bağın kurulmasına işaret etmektedir yani öğrenme, duyusal uyarıcılar ile harekete geçiriciler arasında kurulan bağ (U – T) olarak açıklanır [3].

Thorndike’a göre öğrenmenin en temel formu deneme – yanılma öğrenmesidir (deneme – yanılma yoluyla öğrenme yolunu Thorndike geliştirmiştir). Thorndike bunu daha sonra seçme ve bağlama yoluyla öğrenme olarak adlandırmıştır. Öğrenici olan organizma kafesten kaçma, bir yiyeceğe ulaşma, para kazanma gibi çeşitli amaçlara ulaşmak zorunda olduğu problemli bir durumla karşılaştırılır. Bu durumda organizma amacına ulaşmak için pek çok davranış yapar. Ancak bunlardan bazıları amacına ulaşmasına yardım eder bazıları ise onu amacına götürmez. Öğrenici olan organizma daha sonra aynı uyarıcı koşullarla kendisini amaca ulaştıran tepkileri seçer, amacına götürmeyen, başarısız olan tepkileri eler. Haz ile sonuçlanan, başarıya götüren tepkiler kalıcı hale gelir. Diğer bir deyişle, uyarıcı ve tepki arasındaki sinirsel bağ, amaca ulaştıran, haz veren tepkilerle kurulur, amaca ulaştırmayan tepkiler elenir [3]. Thorndike üç tane temel öğrenme kanunu ortaya koymuştur.

Thorndike’ın Öğrenme Kuramının Temel Kanunları

Hazırbulunuşluk kanunu

Hazırbulunuşluk yasası organizmanın içinde bulunduğu durum ile çevresi arasında gerçekleşen etkileşimi açıklar. Organizmanın öğrenme sürecindeki hazırbulunuşluk düzeyi üç farklı şekilde ele alınır. Bunlar:

  1. Organizma bir etkinlik için belli bir davranışı göstermeye hazır iken bu davranışın yapılmasına izin verilir ve olanak sağlanırsa organizma mutlu olur.
  2. Organizma bir etkinlik için belli bir davranışı göstermeye hazır iken bu davranışın yapılmasına izin verilmezse bu durum organizmada kızgınlığa yol açar.
  3. Organizma bir etkinlik için belli bir davranışı göstermeye hazır değilken bu davranışın yapılması için zorlanırsa organizmada kızgınlığa yol açar.

Tekrar kanunu

Tekrar yasası, kullanılan davranış bağlarının güçlendiğini kullanılmayan davranış bağlarının zayıflayacağını ve unutulacağını ileri sürmektedir. Bir uyaran tepki bağının güçlenmesi aynı durumun tekrarı halinde aynı tepkinin meydana gelme olasılığının artması anlamına gelir. Thorndike 1930’dan önce tekrarın yani bir davranışı tekrar etmenin uyaran-tepki bağını güçlendirdiğini iddia etmiştir. 1930’dan önceki tekrar yasası iki bölümden oluşmaktadır. Buna göre herhangi bir davranış belli bir durumda ne kadar çok kullanılırsa, bu davranış ya da tepki o durumla birleşmesi o kadar güçlü olur (kullanma yasası). Örneğin kişi eti kemikten ayırırken ne kadar çok bıçak kullanırsa ilerleyen zamanlarda o kadar kolay ayırmaya ve bu işi yalnızca bıçakla başlar. Tam tersi de mümkündür bir tepkinin kullanılmaması o tepki ile ilişki çağrışımların zayıflamasına yol açar (kullanmama yasası). Yani ezberlenen bir deyiş ya da şiir hiç tekrar etmezse zamanla yok olmaktadır [6].

Etki kanunu

Bu yasa Thorndike’ın en önemli katkısıdır ve Skinner’in edimsel koşullanma kuramının temelini oluşturur. Etki yasası organizmanın U-T bağı ile ilgilidir. Organizma yaptığı davranış sonucu olumlu bir tepkiyle karşılaşırsa U-T bağı güçlenir ama olumsuz bir tepkiyle karşılaşırsa bu bağ zayıflar. Bu fikri 1930’a kadar savunmuş ama 1930’dan sonra fikrini değiştirmiştir. 1930’dan sonra “Organizma yaptığı davranış sonucu olumlu bir tepkiyle karşılaşırsa U-T bağı güçlenir.” düşüncesinde herhangi bir değişiklik yapmamıştır, olumsuz tepki yani cezanın U-T bağını zayıflatmayacağını söylemiştir. 1930’dan önceki düşüncesinin aksine cezanın davranış üzerinde zayıflatıcı etkisi olmadığını söylemiştir [5].

Thorndike’ın Öğrenme Kuramının İkincil Kanunları

Ait Olma

Thorndike ait olma ilkesini son yıllardaki insanlar üzerindeki çalışmaları sonucunda yukarıda açıklanan beş ilkeye ek olarak önermiştir. Gestalt psikolojisinin görüşleri doğrultusunda bir fikir taşımaktadır. Çünkü ilişkilere değinen bir ilkedir. Bu ilkede ifade edinmek istenen şudur: Eğer tepki duruma uygunsa (bağdaşıyorsa) uyarıcı ile arasında bağ kurması daha kolay olur; ayrıca sonuç etkisini, kuvvetlendirdiği U-T bağına uygun ise öğrenme artar. Örneğin “Ahmet kasaptır. Mehmet marangozdur” cümlelerinde “kasaptır Mehmet” bağı bitişikliğe rağmen zayıftır, çünkü bu iki öğe ayrı ayrı cümlelerle aittir. Sonuç etkisinin, yani ödül ve cezanın bağdaşıklığına gelince burada da kastedilen öğrenenin ihtiyaç ve isteğine uygunluğudur. Çok susamışken dudaklarımıza götürdüğümüz bir bardak suyun etkisi bağdaşık bir ödüldür [6].

Etkinin Yayılması

Thorndike’ın etki yasası, etkinin yayılması olarak adandırılan bir grup deneye öncülük etmiştir. Bu deneyler ödülün yalnız sonuçlandığı bağın üzerinde etkili olmadığını aynı zamanda, derece derece azalarak, bu bağın öncesindeki ve sonrasındaki tepkilerin tekrar olasılığını artırdığını göstermiştir, hatta bu tepkiler yanlış olsa bile. Örneğin bir öğrenci internetteki ödev sitesinden ödev indirip öğretmene veriyor. Öğretmen ödeve 80 puan not veriyor ödev yapma davranışı olduğu kadar internetten ödev indirme davranışına da 80 verilmiş olur. Öğrenci kompozisyon ödevini yapıp öğretmene veriyor. Öğretmen içerikten dolayı 90 puan not veriyor ancak kompozisyon ödevinin sayfa düzeni bozuk; bozuk sayfa düzenine de 90 verilmiş olur [6].

Ancak pekiştirilen davranışlar diğer davranışların uzaklığı arttıkça pekiştirmenin bu davranışlar üzerinde etkisi kalmamaktadır. Örneğin öğrencinin tarih dersinden parmak kaldırıp soruları cevaplayarak yüksek not alması o öğrencinin inkılap tarihi dersinde de derse katılmasına neden olabilir ancak bu etki matematik dersine yayılmaz çünkü oradaki davranışlar tamamen farklıdır. Thorndike etkinin yayılması olgusunu öğrenmenin otomatik, doğrudan doğasının bir kanıtı olarak görmektedir [6].

Çağrışımsal Zıtlık

Çağrışım her zaman ileriye doğrudur. Örneğin; alfabeyi düzden sırasıyla ezberlersek, daha sonra tersten ezberlemek de zorluk yaşarız. Sağdan akan trafikte araba kullandıktan sonra ters şeritte akan trafiğe daha zor alışma durumu.

Tepki Çeşitliliği

Bir problemle karşılaşan birey değişik tepkileri dener, yani birden fazla tepki, çok sayıda tepki yapar. Birey tepkilerini değiştiremiyorsa doğru tepkiyi bulup çözüm sağlayarak öğrenmesi mümkün olmaz. Dolayısıyla öğrenme sürecinde bireyin çok sayıda tepki üretebilir durumda olması gerekir. Eğer çok sayıda tepki üretemezse denme yanılma öğrenmesi gerçekleştiremez. Thorndike tepki çeşitliği ile insan araştırmaları sonucunda gözlemlediği hazırbulunuşluğu ifade etmek istemektedir. Örneğin bir öğrencinin müziğe ya da resme yeteneği yoksa bu derslerle ilgili iş yaparken çok sayıda tepki gerçekleştiremeyecek buda öğrenmesini olumsuz etkileyecektir [6].

Tepki Anolojisi

Bu ilkeye göre; yeni karşılaşılan bir durumda sergilenen tepki bir önceki duruma ne kadar çok benzetilirse tepkinin de aynı şekilde ortaya çıkma ihtimali o kadar artacaktır. Yani ortam benzerliği önemlidir. Ortam ne kadar benzerse tepki de aynı oranda benzer.

Öğrenci Özellikleri

Davranışın yasası dışsal bir uyarıcıya verilen tepkinin, çevredeki uyarıcılara bağlı olmasıyla sınırlı değildir. Verilecek tepki, organizmanın öznel koşullarıyla da yakından ilişkilidir. Bu ilişki, organizmanın kalıtımsal (değişmez) koşulları kadar tutumlarından (değişebilir, geçici) da etkilenmektedir. Bu noktada karşımıza bireysel farklılıklar çıkar. Tutumlar, bireyin hangi koşulda tatmin olacağını, hangi koşulda rahatsız olacağını belirler yani organizmanın verdiği tepkiler, tutumlarından etkilenir [3].

Çağrışımsal Geçiş

Organizmanın tepki verdiği bir uyarıcı ile yeni bir uyarıcının eşleştirilmesi ve daha önce tepki verdiği uyarıcının yavaş yavaş çekilmesi nedeniyle, yeni uyarıcıya da aynı tepkiyi vermeye başlama sürecidir. Örnek olarak köpeğin bir el işaretine iki ayak üstünde durması verilebilir. Köpek ilk başta kendisine et uzatıldığı için iki ayak üstüne kalkar. Kalkarken “kalk” sözcüğü duyarsa sonradan bu sözcük el işareti ile birleşirse, yeterince tekrardan sonra sadece el işaretine kalkacaktır. Thorndike bu ilkeye son zamanlardaki çalışmalarında çok büyük önem vermiş ve bağlantı kurarak geçişi, seçme ve bağlanma gibi öğrenmenin ana yolu olarak kabul etmiştir [7].

Dikkat Çekici Uyarıcılar

Organizma bir problemle karşılaştığında daha baskın, kendisini daha çok etkileyen uyarıcıları seçerek öncelikle onlara tepkide bulunma eğilimindedir. Davranışı yönlendiren, ortamdaki uyarıcıların tümü değil, dikkate çeken uyarıcılardır [3].

Hale (Halo) Etkisi

Bu etkinin ortaya çıkışı Thorndike’ın askeri görevliler arasında astları sıralayan deneyleri sırasındaki gözlemlerine dayanıyor. Memurlar astlarıyla iletişim kurmadan önce, Thorndike, üstlerinin onları karakter özelliklerine göre sıralandırmasını sağladı. Bunlar arasında liderlik yeteneği ve zekâ vardı. Sonuçlara dayanarak Thorndike, memurlar tarafından oluşturulan olumlu ve olumsuz özelliklerin, fiziksel izlenimlerle ilgisi olmayan özelliklere dayandığını belirtti. Örneğin, uzun boylu ve çekici bir ast, en zeki olarak algılandı. Ayrıca genel olarak diğerlerinden “daha iyi” olarak derecelendirildi. Böylece Thorndike, başka bir kişinin karakterine ilişkin genel izlenimlerimizi belirlemede fiziksel görünümün diğer her şeyden daha etkili olduğunu buldu [8].

Horn (Devil) Etkisi

Horn Etkisi ise Hale etkisinin tam tersi olarak kişinin olumsuz bir özelliğinden dolayı kendisi ile ilgili genel bir olumsuz düşünceye sahip olunmasıdır. Özetle olumlu ya da olumsuz önyargıya sebebiyet veren ilk izlenimlerdir. İnsanlarla iletişim içinde olduğunuz her an bu izlenimlerin etkisi altında kalmakla birlikte, en büyük yansımaları iş hayatında ortaya çıkmaktadır. Başlangıç noktası ise başvuruda bulunduğunuz firmanın işe alım sorumlusunun sizin CV’nizi incelediği andır. CV’nize eklediğiniz amatör bir resimden ilgisiz bir ön yazıya, iş tecrübelerinizin detaylarının yer almayışından yazınızdaki anlatım bozukluklarına, imla hatalarına ve verdiğiniz mail adresinize kadar tüm küçük ama olumsuz detaylar özgeçmişinize özen göstermediğinizi yansıtarak, değerlendiren kişinin gözünde kötü etkinin yani horn etkisinin temelini oluşturmaktadır [9].

Hawthorne Etkisi

Gözlemleniyor olmanın ya da bir araştırmaya katılmanın kişilerin davranışları üzerine etkisi. Genelde olumlu bir etkidir. Olay Western Electric Company’nin Hawthorne Works tesisinde işçi üretkenliği üzerinde yapılan araştırmalar sırasında (1924-1932) gözlenmiştir. Işıklandırma, parasal özendiriciler ve molanın verimlilik üzerine etkileri araştırılırken her türlü koşul altında üretkenliğin arttığı fark edilmiştir. Bu olumlu sonucun (Hawthorne etkisi) işçilerin gözlemlendiklerinin farkında olmalarından, araştırma katılımcısı olarak seçilmelerinden, kısaca, ilgi odağı olmalarından kaynaklandığı anlaşılmıştır [2].

KAYNAKLAR

  1. Bağlaşımcılık Kuramı (Thorndike)- https://kpssdersnotu.com/egitim-bilimleri/ ogrenme-psikolojisi/baglasimcilik-kurami-thorndike/
  2. Hawthorne effect – Hawthorne etkisi- https://www.psikolojisozlugu.com/hawthorne-effect-hawthorne-etkisi
  3. Bağlaşımcılık – Amaçlı Davranışçılık- https://remcdbcrb.org/baglasimcilik-amacli-davraniscilik/
  4. Thorndike/Bağlaşımcılık Kuramı- https://pdrbirimi.com/baglasimcilik-bag-kurami/
  5. Etki Yasası- https://tr.wikibooks.org/wiki/Etki_yasas%C4%B1
  6. Uçar, Mehmet. (2017). Bağlaşım Kuramı (Araçsal Koşullanma). 10.14527/9786053645733.11.
  7. Çağrışımsal Zıtlık- https://kpsskonular.com/egitim-bilimleri/ogrenme-psikolojisi/thorndike-yasalari/
  8. Halo etkisi ne demek?- https://dusge.com/halo-hale-etkisi-fenomeni-nedir-ornekler-ve-isleyis/
  9. Halo ve Horn etkisi nedir?- https://www.isbul.net/is-rehberi/tavsiyeler/halo-ve-horn-etkisi-nedir

DAVRANIŞÇI KURAMCILAR – KLASİK KOŞULLANMA

DAVRANIŞÇI KURAMCILAR

Davranışçı öğrenme kuramına göre öğrenme; uyarıcı ile davranış arasında bir bağ kurma işlemi olarak tanımlanır. Davranışsal çıktıların öğrenmede kıymetli olduğunu belirtir ve bu yönüyle, öğrenmeyi bilginin zihinde yeniden organize edilmesi olarak değerlendiren davranışçı öğrenme kuramı bilişsel öğrenme kuramından ayrılır. Bu kuramın öncüleri arasında Watson, Pavlov, Skinner gibi önemli bilim insanları bulunur.

DAVRANIŞÇI YAKLAŞIM KURAMLARININ ÖZELLİKLERİ

  • Davranışçı yaklaşım kuramlarında temel ilke pekiştirilen davranışlar öğrenilir. Bu edimsel kuramın da temel ilkelerinden biridir.
  • İçebakış yöntemi ve içgüdü gözlenemeyeceğinden reddedilir.
  • Psikolojinin ya da öğrenmenin konusu sadece gözlenebilen ve ölçülebilen davranışlardır.
  • İnsan ve diğer canlılar arasında herhangi bir ayırım söz konusu değildir. Çünkü öğrenmenin kimyası aynıdır.
  • Davranışçı yaklaşım kuramlarının temel felsefelerinden biri de J. Locke’un “boş levha” kavramıdır. Bu boş levha çevreden gelen uyarıcılarla doldurulur.
  • Bilgi nesneldir ve bireyden bağımsız halde çevrede var olmaktadır.
  • Öğrenmede pekiştirme, tekrar, yaparak yaşayarak öğrenme, etkin katılım söz konusudur.
  • Organizma pasiftir.
  • Davranışlar bütün değildir. Elementçi (parçacı) bir anlayışla çözümlenir.
  • Alışkanlık ve fobiler kazanılır.
  • Davranış bozukluklarının sebebi yanlış koşullanmalardır.
  • Refleksler üzerinde etkilidir.
  • Davranışçı yaklaşım kuramcıları olaylara bir realist gözüyle yaklaşmaktadır.
  • Hayvanlar incelenerek insan öğrenmesini açıklamaya çalışır.
  • Hemen hemen tüm davranışçı yaklaşım kuramcıları uyarıcı tepki bağının öğrenmede önemli bir faktör olduğuna inanır.
  • Davranışçılar, öğrenmede dışsal faktörlerin etkin olduğundan bahsetmektedir.

DAVRANIŞÇI YAKLAŞIMDA ÖĞRENME KURAMLARI

Davranışçı öğrenme kuramına göre; öğrenme veya diğer bir deyişle davranış edinimi, klasik ya da edimsel koşullanma ile gerçekleşebilir.

Klasik koşullanma, bir öğrenme mekanizmasıdır. Tarihsel olarak ilk ortaya konan öğrenme mekanizması klasik koşullamadır. Klasik koşullanma 1900’lerin başında köpeklerde sindirim ve salya salgılama konusunda deneyler yapan Rus fizyolog Ivan Pavlov tarafından neredeyse şans eseri keşfedilmiştir.

KLASİK KOŞULLANMA

Klasik koşullanma yoluyla öğrenmeye ilişkin bazı görüşler önceden de ortaya atılmış olmasına rağmen, bu konuda kapsamlı ve sistemli bir koşullanma modelini ilk kez ortaya koyan Rus bilim adamı Ivan Petrovich Pavlov olmuştur.

Köpeklerin farklı türdeki yiyeceklere farklı kıvamda salya salgıladığını öğrenen Pavlov, bu çalışmalar sırasında bir problem yaşar. Daha önceki deneysel oturumlarda yiyecek verilen köpeklerin, bu kez daha yiyecek gelmeden salya salgıladığını fark etmiştir.

Pavlov önce bunu deneysel bir hata kaynağı olarak görmüş ve hatta yiyeceğin geldiğini haber veren ipuçlarını ortadan kaldırarak yiyeceği köpeğin ağzına verme yollarını aramıştır.

Ancak daha sonra yiyeceği daha gördüğünde ya da yiyeceği getiren kişinin ayak seslerini duyduğunda salya salgılayan köpeğin bu davranışı bir refleks olarak görebileceğini ve bunu nesnel bir biçimde araştırabileceğini düşünmüş ve sistematik olarak klasik koşullama deneylerine başlamıştır.

Şekil-1’de gördüğünüz gibi bir düzenek, Pavlov’un hem ilk önceleri sindirimi çalıştığı hem daha sonraları klasik koşullamayı araştırdığı deneylerinde, köpeğin salgıladığı salyayı gözlemesine ve salya miktarını ölçmesine olanak veren bir düzenektir.

PAVLOW’UN DENEYİ

Doğal uyarıcı, organizmaların doğal olarak ve refleksel bir biçimde tepki verdikleri öğretilmemiş ve kalıtımsal olan uyarıcı demektir. Doğal tepki ise organizmanın bir uyarıcıya karşı gösterdiği doğal bir tepkidir. Tüm köpekler kendileri için doğal bir uyarıcı olan ete karşı doğal bir tepki vermektedirler. Köpeklerin doğal tepkisi ise salyalarıdır. Klasik koşullanmada ilk olarak köpeğe doğal uyarıcı olarak et verilir. Bu doğal uyarıcı karşısında köpek doğal tepkisini yani salyasını vermektedir. Pavlov ikinci adımda ise köpeğe doğal uyarıcı olan et verirken bunun yanında da yapay uyarıcı olan zili çalmaya başlamıştır. Bu durum bir süre devam edince, köpek zil çalınca kendisini et verileceğini öğrenmiş, yani bu duruma koşullanmıştır. Pavlov bir süre sonra köpeğine et vermeyip sadece zil çalmıştır ve köpeği tekrar salya tepkisi vermiştir. Böylece köpeklerin koşullanma yolu ile yapay uyarıcılara da tepki verdiğini saptamıştır.

Pavlov’un deneyinin üç aşaması vardır, şimdi bu aşamaları bir şema ile gösterelim.

Deney Öncesi

• ZİL →Tepki Yok…….Nötr uyarıcı

• ET → Tepki Var (Salya)……Doğal-Şartsız Tepki

Deney Aşaması

• ZİL + ET Salya Tepkisi

• ZİL + ET Salya Tepkisi

• ZİL + ET Salya Tepkisi

Deney Sonrası

• ZİL (Şartlı Uyarıcı) → Tepki Var (Salya)(Şartlı Tepki)

Deneyi özetlemek gerekir ise başlangıçta nötr olan uyarıcı koşullanma yolu ile şartlı uyarıcıya dönüştürme sürecine klasik koşullanma denebilir.

Pavlov’un deneyinden de anlaşıldığı gibi klasik koşullanmanın oluşması için aşağıdaki koşulların yerine gelmesi gerekmektedir.

  • Şartsız uyarıcı, doğal bir uyarıcı olmalıdır.
  • Şartsız uyarıcı ile şartsız tepki arasında bir bağ olmalıdır.
  • Şartsız uyarı ile nötr-yapay uyarıcı bitişik verilerek eşleştirilmelidir.
  • Uyarıcı-tepki bağı oluşmalı

Anlaşıldığı üzere insanlar da bazı davranışları klasik koşullanma yolu ile öğrenirler.

ÖRNEK:

Doktora gittiğinde beyaz önlüklü doktor tarafından iğne vurulan küçük Ömer’in okula başladığında beyaz önlük giyen öğretmeni gördüğünde de korkması, klasik koşullanmadır.

İlk defa otobüse bindiğinde midesi bulanan ve kusan Murtaza’nın daha sonra otobüsü uzaktan görünce midesinin kasılması, klasik koşullanmadır.

Annesi tarafından banyo yaptırılırken birkaç kez gözüne sabun kaçan bir bebek, annesinin elinde ne zaman banyo havlusunu görse ağlamaya başlamaktadır. Banyo havlusu, koşullanma yoluyla öğrenme sürecinde başlangıçta nötr uyarıcı iken, hiç tepki vermez iken ağlama tepkisini vermeyi öğrenmiştir. Bu durumda banyo havlusu koşullu uyarıcı olmuştur.

Klasik Koşullanma ve Bileşenleri

Klasik koşullanma olayını dört ana bileşende toplayabiliriz. Bu bileşenler koşulsuz ve koşullu uyaranlar ve koşulsuz ve koşullu tepkilerdir.

  • Koşulsuz uyarıcı: Bu denek için zaten yeterince belirli ve anlamlı olan bir uyarıdır. Bu uyarı türüyle uyarının kendisinin bir tepki vermeye yeterlidir. Pavlov’un deneyinde koşulsuz uyarıcı yiyecek idi.
  • Koşulsuz tepki: Bu deneğin koşulsuz uyarıcıya karşı verdiği yanıttır. Önceden bahsedilen deney şartlarında koşulsuz tepki köpeğin yiyeceği gördüğü zaman çıkardığı salyadır.
  • Koşullu uyarıcı: Bu denek üzerinde kendi başına belirli bir reaksiyon oluşturmayan ilk nötr uyarıdır. Ancak koşulsuz uyarıyla çağrışım yapıldığında yeni bir reaksiyon oluşturmak için yeterlidir. Pavlov’un deneyinde bu uyarıcı ise zil sesidir.
  •   Koşullu tepki: Bu ise koşullu uyarı sunulduğunda verilen      yanıttır. Pavlov deneyinde de zil sesini duyan köpeklerin çıkardığı salyadır.

İnsanın Öğrenmesi

Klasik koşullanma bu bileşenlerin etkileşimini kapsar. Koşulsuz uyarıcıyla birlikte nötr bir uyarı sunmak birçok durumda nötr uyarıyı koşullu uyarıya dönüştürür. Bu nedenden dolayı, koşullu uyarıcı koşulsuz tepkiye benzer bir koşullu tepki verir. Bu şekilde iki farklı uyarı arasında kurulan bağlantıya cevaben yeni bir öğrenme süreci ortaya çıkmıştır.

Klasik koşullanmayla ortaya çıkan bütün araştırmalar insanın öğrenme sürecine birçok yeni fikirler katmıştır. Bu deneyler sayesinde fobileri önceden tahmin edebilir ve yeni bir uyarıyla duygular arasında bağlantı kurabiliriz.

NÖTR UYARICI-ZİL

Normalde hiçbir tepki veya refleks eylemi açığa çıkarmayacak uyarıcıdır. Örnek: Zil sesi, bir renk, kürklü bir nesne

KOŞULSUZ UYARICI- YEMEK

Koşulsuz uyarıcı her zaman bir refleks eylemi açığa çıkartır. Örnek: Yemek

KOŞULSUZ (DOĞAL) TEPKİ- SALYA

Koşulsuz bir uyarıcıya verilen tepkidir. Doğal olarak ortaya çıkar.

Örnek: Yemek kokusu karşısında salya salgılamak, Yüzünüze hava üflendiğinde göz kıpmak, Bebeğin ürkme tepkisi

KOŞULLU UYARICI- ZİL

Normalde nötr uyarıcı olan uyarıcının koşulsuz uyarıcı ile birlikte verilmesi sonucu koşulsuz uyarıcının etkisini paylaşması sonrası koşullu hale gelen uyarıcıdır. Koşullu tepkinin ortaya çıkmasına neden olur.

KOŞULLU TEPKİ

Orijinal olarak koşullanmamış olan tepki, nötr uyarıcı tarafından açığa çıkartıldıktan sonra koşullu hale gelir.

KOŞULLAMA İLKELERİ

  • Bitişiklik
  • Habercilik
  • Pekiştirme
  • Sönme
  • Kendiliğinden Geri Gelme
  • Genelleme
  • Ayırt etme

Bitişiklik:

  • Koşullu ve koşulsuz uyarıcıların verilme zamanlarının birbirine yakın olması önemlidir.
  •  Koşullu uyarıcı, koşulsuz uyarıcıdan yarım saniyelik bir süre önce verildiğinde en etkili koşullama oluşur.
  • Koşullu ve koşulsuz uyarıcıların art arda verilmesi durumuna “bitişiklik” adı verilmektedir.

Habercilik:

  • Klasik koşullamanın meydana gelebilmesi için koşullu uyarıcının, kendisinden sonra koşulsuz uyarıcının geleceğine ilişkin haber verici olmalıdır.
  • Yani önce ses (Koşullu uyarıcı) sonra et (Koşulsuz uyarıcı) verildiğinde koşullama meydana gelmektedir.
  •  Ses etin geleceğinin habercisi olmakta böylece köpeği sese koşullamak kolaylaşmaktadır.
  • Tersi olduğunda ya hiç koşullama olmaz ya da çok zor gerçekleşir.

      Koşullu uyarıcının ve koşulsuz uyarıcının veriliş sırasına göre:

  •  İleriye Koşullama
  •  Olumlu Habercilik
  •  Geriye Koşullama
  •  Olumsuz Habercilik oluşmaktadır.

Pekiştirme:

  •  Koşulsuz uyarıcının meydana getirdiği etkidir.
  •  Koşulsuz tepkiyi (salya) meydana getiren koşulsuz uyarıcıya (et)=birincil pekiştireç
  •  Koşullu tepkiyi meydana getiren koşullu uyarıcıya (ses)= ikincil pekiştireç
  •  Klasik koşullamada pekiştireç tepkiye bağlı olarak verilmez.

Sönme:

  •  Koşullu uyarıcı (ses) tek başına koşullu tepkiyi (salya) meydana getirdikten sonra uzun süre koşulsuz uyarıcı (et) olmadan, koşullu uyarıcı (ses) tek başına verildiği zaman bir süre sonra koşullu tepkinin (salya) azaldığı ve yok olduğu görülür.
  • Koşullu uyarıcının artık tek başına koşullu tepkiyi oluşturamamasına SÖNME denir.

Kendiliğinden Geri Gelme:

Koşullanma öğrenmesinde sönme oluştuktan sonra organizmanın beklenmedik bir anda koşullu uyarıcıya kendiliğinden yeniden tepki vermesi durumuna denir. Sönme, tepkinin tamamen yok olması anlamına gelmez çünkü mutlak unutma yoktur. Bu sadece uyarıcı tepki bağının kopması durumudur. Dolayısı ile de tepkinin geri gelmesi mümkündür, ancak kısa sürebilir.

  • Örneğin Pavlov deneyini tamamladıktan sonra et verilmemesinden dolayı zil sesine tepki vermeyen köpeğin bir ara okulun önünden geçerken duyduğu zil sesine salya tepkisi vermesi.

Genelleme:

  •  Ses ve et yeterince birlikte verilerek ete karşı yapılan tepki (salya) tek başına ses verildiğinde de orijinal sese benzer farklı tonda seslere de aynı tepki gösterilmektedir.
  •  Verilen sesler orijinal sese ne kadar benzerse o derece tepki verilir ya da tepki azalır.

Ayırt Etme:  

  • Genellemenin tersi ayırt etmedir.
  •  Ayırt etmede, genellemenin tersine organizmanın koşullama sürecinde kullanılan koşullu uyarıcıyı diğerlerinden ayırt ederek tepkide bulunma eğilimidir.
  •  Koşullu tepkinin, tek bir koşullu uyarıcıya karşı meydana gelmesidir.

KAYNAKLAR

  • Klasik Koşullanma (https://tr.wikipedia.org/wiki/Klasik_ko%C5%9Fullanma)
  • Klasik Koşullanmada Sönme ve Kendiliğinden Geri Gelme (https://www.felsefe.gen.tr/klasik-kosullanmada-sonme-ve-kendiliginden-geri-gelme)
  • Klasik Koşullanma İlkeleri – http://www.kpsskonu.com/egitim-bilimleri/ogrenme-psikolojisi/klasik-kosullanma-ilkeleri/
  • ÖĞRENME PSİKOLOJİSİ II – https://itunesu-assets.itunes.apple.com/itunes-assets/CobaltPublic6/v4/8d/e0/88/8de088d4-ca11-2596-a40b-5579c88fccf5/332-6812712114552765894-_nite_12.pdf
  • Klasik koşullanma ilkeleri (sönme-kendiliğinden geri gelme) – https://quizlet.com/tr/342496851/klasik-kosullanma-ilkeleri-sonme-kendiliginden-geri-gelme-flash-cards/
  • ÖĞRENME – https://acikders.ankara.edu.tr/pluginfile.php/41076/mod_resource/content/1/%C3%96%C4%9ERENME.ppt
  • KLASİK KOŞULLANMA TEORİSİ – https://aklinizikesfedin.com/ivan-pavlov-ve-klasik-kosullanma-teorisi/
  • DAVRANIŞÇI YAKLAŞIMDA ÖĞRENME KURAMLARI-https://acikders.ankara.edu.tr/pluginfile.php/537/mod_resource/content/2/11._hafta-Davranisci_Yaklasimda_Ogrenme_Kuramlari.pdf

Lisansınız orijinal olmayabilir, yazılım sahtekarlığı kurbanı olabilirsiniz uyarısı ve çözümü

Geçtiğimiz günlerde Office araçlarımda, lisansımda bir problem olmamasına karşın Lisansınız orijinal olmayabilir, yazılım sahtekarlığı kurbanı olabilirsiniz uyarısını almaya başladım. Öncelikle bunun sadece bir uyarı olduğunu ve hata olmadığı belirtmek isterim. İnternette araştırmalar neticesinde aşağıdaki şekilde çözüm buldum.

  1. Öncelikle Komut İstemi’ni yönetici olarak açıyoruz ve sırasıyla ikinci ve üçüncü adımdaki komutları çalıştırıyoruz.
  2. c:\windows\syswow64\reg add “HKEY_LOCAL_MACHINE\software\policies\Microsoft\office\16.0\common\officeupdate” /v EnableAutomaticUpdates /t REG_DWORD /d 0 /f
  3. “C:\Program Files\Common Files\microsoft shared\ClickToRun\OfficeC2RClient.exe” /update user updatetoversion=16.0.13530.20440

İkinci adımdaki komut Office’in otomatik güncellemesine pasif hale getiriyor. Üçüncü adımdaki komut ise bu durumun kontrol edilmediği son versiyona döndürüyor. Tabi bu durum sizin tercihinize kalmış. Bu adımların tamamlanması halinde office programlarını yeniden başlattığınız taktirde uyarının gelmediğini göreceksiniz.

Kaynak: https://community.msguides.com/d/404-there-s-a-problem-with-your-office-license-new-error-and-won-t-go-away/6

Yapay Sinir Ağları Matlab Kodları ve Toolbox Çözümleri

Kitap yapay sinir ağlarının tarihçesi ile başlıyor. Ardından bugün geldiğimiz durum, yapay sinir ağlarının (YSA) elemanları hakkında genel bilgiler, öğrenme işleminin nasıl gerçekleştiği ve mimariler hakkında bilgi verilmektedir. Kitap bir adet matlab uygulamasının kodları ve ardından aynı uygulamanın toolbox (Neural Network Fitting Tool) yardımıyla yapılmış versiyonu ile son bulmaktadır. Ayrıca kitap temel bilgileri içerdiği bilgisiyle son bulmakta olup, konu hususunda daha fazla özelleşebilmek için zaman harcanması gerektiği vurgulanmaktadır. Yazarı Dr. Fatma Sönmez Çakır olan ve yaklaşık 100 sayfadan oluşan bu YSA konulu bu kitabın genel bilgileri içerdiği ve kısmen akademik dile yakın yazıldığını söyleyebilirim.

TALAS AMERİKAN Kız / Erkek Koleji ve Hastanesi

Kayseri’yi bilip de Talas’ı, daha doğrusu Talas ilçesini bilmeyen yoktur. Fakat eski nesil çok iyi bilse de yeni neslin bilmediği, belki de hiç duymadığı bir konudur Talas Amerikan Koleji ve Hastanesi. Eskiler için Talas ve kolej adeta özdeşleşmiş gibi olsa da yeni nesil için bir meçhuldür. Bu yazımda daha çok yeni nesle kolej ve hastaneyi anla – tırken aslında ne için ve kimler tarafından kurulduğunu ve o dönemin hassasiyetlerini de bir bakıma göstermiş olacağım. Eskilerimiz için de malumun tekrarı gibi olsa da, bilgileri şöyle bir tazelemek faydalı ve hoş olacaktır.

Okulu ve hastaneyi anlatmadan önce aslında konunun özü de olan “misyonerlik” hakkında biraz bilgi vermeliyim. Misyon kelimesi Latince “Mittere”den gelmekte olup anlamı “göndermek”tir. Fransızca’ya “misyon” olarak geçmiş, “bir kimseye verilen özel görev” anlamını kazanmıştır. Misyon kelimesinden gelen Misyonerlik “bir dinî teşkilat kurarak, din propagandası yaparak insanları o dinin etrafında toplamak” anlamındadır. Yani genel anlamda “başka dinde olanları kendi dinine kazandırma faaliyetleri”, özelde ise “Hıristiyan olmayan ülkelerde Hıristiyanlığı ya da belli bir mezhebini yaymak” anlamını taşır. Bu yayma yolunda görev alan rahip, papaz, eğitim ve sağlık görevlilerine de “misyoner” denilmektedir. Konu Hıristiyanlığı yaymak olunca bu manada ilk misyonerler ise Hz. İsa’nın on iki havarisidir. Ancak onlarınki Filistin’le sınırlı kalmıştır. Aslen bir Yahudi olan Pavlos sayesinde Yunanistan ve Makedonya’da Hıristiyanlık yayılmış, M.S. 375 yılında Roma İmparatorluğu’nun resmî dini olmuştur. Bundan sonraki yoğun misyonerlik faaliyetleri neticesinde Doğu ve Kuzey Avrupa’da yaşayan Slavlar Hıristiyanlaşmışlardır.

TÜRKLER ÜZERİNDE MİSYONERLİK FAALİYETLERİ

Türkler, Ortaçağ’da yoğun olarak Hıristiyan misyonerlerle karşılaşmışlardır. Günümüzde Kırgızistan sınırları içinde bulunan Talas, Türklerin de yardımı ile fethedildiğinde (893) oradaki kilise camiye çevrildiğine göre misyonerlik faaliyetleri ata topraklarında çok daha önce başlamıştır. Asıl Hıristiyanlaşma Attila’nın Doğu Avrupa’yı fethetmesinden hemen sonra başlamış (375-1250), Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya gelen Türkler; Hunlar, Avarlar, Macarlar, Bulgarlar, Peçenekler, Kumanlar (Kıpçaklar), kısmen Hazarlar (Hazarlar’ın yönetici tabakası Yahudi idi) ve Sabarlar etkilenmişler, Hıristiyanlığa geçen Türkler millî kimliklerini kaybederek Slavlaşmışlardır.

Daha Göktürkler zamanında başka dinlerle temas başlamıştı. Bilge Kağan, Çin’in gelişmişliğini dinlerine, yani Budizm’e bağladığından, Budizm’e ilgi duymuş, dahası Çin’den rahipler bile getirtmiş idi. Ancak Vezîri Tonyukuk, buna şiddetle karşı çıkmış ve yerleşik düzene geçmenin avcılığı ve buna bağlı olarak savaşçılık kabiliyetlerini zaafa uğratacağını, dahası Budizm’deki hayvan eti yasağının halkı düşkün hale getireceğini, Budistler’in miskin hayatının Türklerin yapısına asla uymayacağını bildirmiş, ileride haklılığı da ortaya çıkmıştır.

Türklerin İslamiyet’e geçişleri ise daha kolay olmuştur. Müslüman tüccarlar sayesinde İslamiyet’i tanımışlardır. Türkler’in İslamiyet’i kabul etmelerinde en büyük iki sebep vardır; ilki kendi inançları olan Göktengri inancı gibi İslamiyet’te de tek Tanrı olması, diğeri ise İslamiyet’teki “cihad”ın Türklerdeki “cihan hâkimiyeti” ile örtüşmesidir. Türklerin İslamiyet’i kabulü ile de İslamiyet çok daha geniş coğrafyalara ulaşmıştır.

OSMANLILAR DÖNEMİNDE MİSYONERLİK FAALİYETLERİ

Osmanlı Devleti topraklarına gelen ilk misyonerler, Katolik Cizvitler (1583) ile bu mezhebin reform hareketleri sonucu ortaya çıkan diğer tarikatları olan Kapucin ve Lazarist misyonerlerdir. Aslında bunların amacı “Düşman Kardeşler” olarak bilinen Katolik ve Ortodoksları birleştirmek ve bu uğurda da Osmanlı toprakları içinde bulunan başta Rumlar ve Ermeniler olmak üzere diğer azınlıkları Katolikleştirmekti. Osmanlı Devleti’nin yabancılara verdiği imtiyazlar sayesinde özellikle de Fransız misyonerler arzu ettikleri ortama kavuşmuşlardı. 1637 yılında, Kapuçin misyonerlerce İstanbul’da elçililikler ve tüccarlar için görev yapacak “Dil Oğlanları” olarak anılan tercümanları yetiştirmek gayesi ile “St. Louis Kapucin Papazlar Koleji” kurulmuştu. Her ne kadar bu faaliyetler yapılsa da misyonerlik faaliyetleri asıl 19. yüzyılda en parlak dönemini yaşamıştır. Özelikle de Protestan “Amerikan Board Teşkilatı” bu faaliyetlere öncülük etmiş Anadolu’da yoğun faaliyetler içine girmişlerdir. Onların da ilk hedefleri, Katolik ve Ortodoks azınlıklar ile Müslümanlardı. 1786 yılında İstanbul’a, 1797’de İzmir’e ve 1800’de İskenderun’a gemilerle gelenler bunların ilk temsilcileri idi. 1811’de İzmir’de açılan “Amerikan Ticaret Odası” ile başlayan ve 1830’da Amerikalıların biraz da baskısıyla imzalanan “kapütüler haklar”(imtiyazlar) sayesinde faaliyetler daha da yoğunlaşmıştır.

Öncekilere göre daha planlı ve sistematik olan bu faaliyetler neticesinde Osmanlı Türkiye’sini üç ana misyona ayırmışlardı. Buna göre, Trabzon-Mersin arasına çekilen çizgi ile “Doğu ve Batı Misyonu” oluşmuş, Mersin-Halep arası bölge ise “Merkez Misyonu” olmuştu. Batı-Misyonu kendi içinde istasyonlara ayrılmış; 1831’de İstanbul, 1834’te İzmir, 1835’te Trabzon, 1858’de Sivas-Merzifon ve 1854’te Kayseri istasyonları kurulmuştu.

Osmanlı Devleti içinde cereyan eden 1826 Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve 1876 I. Meşrutiyet gibi önemli olaylardan sürekli faydalanmışlardır. Öyle ki Amerikalı Dr. Earle “Misyonerler dünyanın hiçbir yerinde, Türkiye’deki kadar emperyalizme hizmet etmemişlerdir” demiştir. Daha 1893 yılına gelindiğinde Anadolu’da 1317 misyoner, 4085 öğrenciye hizmet veren 5 kolej, 80 ortaokul, 530 ilkokul faaliyet göstermekteydi. Daha birkaç yıl sonrasında, yani 1897’de öğrenci sayısının toplamda 27.400’e ulaşması faaliyetin hızını gözler önüne sermektedir.

Başlarda Anadolu’daki bu faaliyetler çok da kolay olmamıştır. Halkın Frenk giysilerine aşina olduğu batı bölgelerinden doğuya doğru gidilince, farklı ve yabancı olmanın zorluklarını hissetmişlerdir. Anadolu’nun içlerinde kıyafetlerini değiştirmişler, başlarına sarık sarmışlar, sakal bırakmışlardır. Bir misyoner bulunduğu ortama artık alıştığını ifade etmek için “artık kahvaltıda zeytin yiyebiliyorum” demiştir. Tıp ile büyünün, bilgi ile hurafenin birbirine karıştığı 19. yüzyılda bu faaliyetler sırasında garip olaylar da olmuyor değildi. 1827 yılında Gridley adında bir misyoner, New York Yale Üniversitesi’nde öğrencilik yıllarında dağcılık yapmasından dolayı, köylülerin tüm uyarılarına rağmen Erciyes’in zirvesi için yola koyulmuş, ancak tipiye yakalanmış, akabinde köylüler tarafından yaralı halde bulunmuş, Endürlük’te ölmüş, oraya defnolunmuştur. Yine kimya deneylerinin yapıldığı okulda, halkı Protestan mezhebine sokmak için aslında büyü yapıldığı söylentileri çıkmıştır. Kimya öğretmeni Mr. Sahakyan da aslında bir büyücü (?) idi. Kâğıtları yuvarlak yuvarlak kesiyor, altın oluyordu.(!) Bunları Protestan olanlara veriyor, onlar da bu altınları ceplerinde taşıyor, yaşamları boyunca harcıyor harcıyor bitiremiyorlardı.(!)

Misyonerler arasında fotoğrafçı olanlar da vardı. 1840’larda çıkan söylentiye göre de, misyonerler evlerine gelenlerin fotoğraflarını çekiyorlar, bir suretini kendilerine verirlerken diğerini de evlerinin duvarına asıyorlardı. Eski mezhebe dönen olursa onun resmine ateş ediyor, o kişi de nerede olursa olsun ölüyordu.(!)

Misyonerlik faaliyetleri sadece okullar ile sınırlı değildi, basın yayının yanı sıra sağlık hizmetleri ile de yürütülüyordu. Bunların en önemlileri ise, Kayseri, Antep ve Merzifon hastaneleri idi. Sağlık alanındaki görüşlerini ise şu şekilde açıklamaktaydılar: “İnsanın olduğu yerde acılar vardır. Acıların olduğu yerde ise doktorluğa ihtiyaç vardır. Doktorluğa ihtiyacın olduğu yerde de misyonerlik için uygun fırsat vardır!”

KAYSERİ’DE MİSYONERLİK FAALİYETLERİ

Amerikan Board Teşkilatı – ABCFM (The American Board of Commissioners for Foreign Missions), Kayseri İstasyonu’nda Batı-Misyonuna bağlı olarak faaliyetlerde bulunmuş, önce merkez Kayseri iken daha sonra uç istasyon olarak kurulan Talas istasyonunun daha önemli hale gelmesi ile Talas “merkez istasyon” olmuştur. Orada açılan kız ve erkek kolejleri ile hastaneden dolayı Talas, Amerikan Board Teşkilatı içinde en önemli yer haline gelmiştir. Bu çalışmaların temelini “Pazar Okulları” ve “ilkokullar” oluşturmuştur. Bu amaçla ilk Pazar Okulu, 1861 yılında Kayseri’de daha sonra 1870’te Talas’ta açılmıştır. Ardından kız okulu, erkek okulu ve önce küçük bir dispanser, devamında da hastane faaliyete geçirilmiştir.

TALAS AMERİKAN KIZ OKULU

İlk zamanlarda bölge halkının fakirliği, kızların erken evlenmesi, eski kiliselerin muhalif duruşu gibi sorunlar yüzünden tüm giderler kurum tarafından karşılanmasına rağmen çok az kız öğrenci kaydolmuştur. Hatta yatılı olan 2 öğrenciyi dönmezler diye, tatilde köylerine göndermemişlerdir. Okulu cazip kılmak amacıyla öğrencilere saç tarama, yüz yıkama ve basit el beceri ve alışkanlıkları kazandırılmaya çalışılmıştır. Başlangıçta 2 öğrenci ile başlayan okula rağbet giderek artmıştır. 1871 yılında, Sarah A. Closson ve Ardele Griswold’ün öncülüğünde Talas Amerikan Kız Okulu kurulmuştur. Talas’ta açılan ilk Amerikan Okulu olma özelliğini de taşıyan okul daha çok bölgede bulunan Rum ve Ermeni ailelerin çocuklarına hitap etmekteydi. Okul ilk faaliyetine Aşağı Talas Bölgesi’nde geçmiş, ancak bu yerin fiziki yetersizliği yüzünden 1874 yılında başka mahallede başka bir binaya geçmiştir. Burasının rağbet görmesi ile de daha büyük bir binaya ihtiyaç duyulmuştur. Okul, Amerika’daki Ermeni cemaatlerinin yardımı ile 1889 yılında Yukarı Talas’ta “Paşa Konağı” ya da “Arslanlı Konak” olarak bilinen iki katlı bina satın alınarak oraya taşınmıştır. 23 Eylül 1889 yılında eğitim vermeye başlasa da okul, II. Abdülhamid’in 30 Aralık 1891 tarihinde “tüm gayrimüslim ve yabancı okullarının ruhsat alması” emrine rağmen yaklaşık 10 yıl ruhsatsız eğitim vermiştir. Ancak 22 Aralık 1901 tarihinde ruhsat almıştır.

Okul zaman içinde ilk, orta ve lise seviyesinde eğitim verir duruma gelmiştir. Ermenice ve Rumca gramer, İncil eğitimi, Osmanlıca Ahit, Osmanlıca yazma ve gramer dersleri Türkçe olarak verilmiştir. Ayrıca sonraki dönemlerde İngilizce, botanik, cebir, psikoloji ve pedagoji dersleri düzenli olarak verilmiştir. Eğitim süreci içerisinde kızlara iyi bir ev hanımı, iyi bir ev idaresi, iyi bir anne eğitimleri de verilmekteydi. Başlangıçta okuldaki Ermeni kız öğrencilerin, Rum kız öğrencilere oranı 1/6 iken zaman içerisinde eşitlenmiştir. İlkokuldan sonra 7 yıllık lise eğitimi verilen kolejden mezun olan kızlar diğer şehirlerdeki misyoner okullarında ve hastanelerde görev almaya başlamışlardır.

1871-1915 yılları arasında yatılı ve gündüzlü olarak eğitim veren Kız Okulu, 1914 yılında I. Dünya Savaşı nedeniyle Amerika’nın savaşa girmesi ve yardımlarının azalıp aksaması, yine savaş nedeniyle Osmanlı Devleti’nin cami, okul gibi yerleri hastane olarak kullanmaya başlaması ile 1916 yılında savaş döneminde hastane, sonrasında ise yetimhane olarak kullanılmak suretiyle kapanmıştır. 1967 yılına kadar, Talas Amerikan Hastanesi ve Talas Amerikan Erkek Koleji’nin ek binaları olarak kullanılmıştır.

TALAS AMERİKAN ERKEK KOLEJİ

Talas Amerikan Erkek Okulu, 1889 yılında Bay Henry K. Wingate tarafından Aşağı Talas’ta açılmıştır. Aslında bu okul ilk kez 1882 yılında Bay James Fowle tarafından ilkokul olarak açılmış, daha sonra Wingate’e devredilmiştir. Devredildiği yıl olan 1889, okulun kuruluş tarihi olarak kabul edilmiştir. Başlangıçta ruhsatsız olan okul 22 Aralık 1901 tarihinde resmi iznini almıştır. Önceleri 4 yıl ilkokul, 7 yıl ortaokul şeklinde eğitim vermekteyken daha sonra 4 yıl ortaokul, 5 yıl lise şeklinde eğitim vermeye başlamıştır. 1906 yılında Yukarı Talas’ta “Eski Bina” olarak bilinen yer satın alınarak 2 Ekim 1907’de faaliyete geçirilmiştir. Yine bu yıl, Amerikan Devletinin baskısı ve aksi takdirde diplomatik ilişkilerin kesileceği tehdidi ile 400 kurumdan 10 tanesinin “tescil” işlemleri yapılmıştı. Talas Amerikan Erkek Koleji bu 10 okuldan biriydi.

Okulda İngilizce, Ermenice, Rumca, Fransızca dil dersleri yanında fizik, kimya, cebir, geometri, coğrafya, botanik, müzik, resim ve İncil dersleri verilmekteydi. Son sınıflara seçmeli olarak, trigonometri, yüksek cebir ve güzel konuşma sanatı dersleri veriliyordu. Spor faaliyetleri olarak da atletizm, futbol, basketbol ve masa tenisi vardı. Kolej’den mezun olan öğrenciler, yeterli donanıma sahip olarak Amerikan Board’a ait yakın diğer şehirlerdeki okullarda görev almaktaydılar. I. Dünya Savaşı’ndan önce, yatılı ve gündüzlü olarak kız ve erkek öğrencilerin eğitim gördüğü okul, savaş sırasında öğretmen ve öğrencilerin dağılması ve yetersizlikler nedeniyle kapanmıştır. Osmanlı Devleti tarafından Türk Hastanesi olarak kullanılmış, 1919-1923 yılları arasında yetimhane olarak kullanılmıştır.

TALAS AMERİKAN HASTANESİ

Misyonerlik faaliyetleri, okulların yanı sıra sağlık sektörü kullanılarak da yapılıyordu. Bunlardan en önemlileri Kayseri, Antep ve Merzifon Hastaneleri idi. Dr. William S. Dodd ve eşinin 18 Temmuz 1892 yılında Kayseri’de açtığı dispanser, ilk misyoner sağlık kuruluşudur. Ahırdan bozma bir yerde faaliyete geçen dispanser daha sonra Talas’a taşınmıştır. Kısıtlı imkânlarla hizmet veren klinik, bazen bu yüzden kapalı kalmak zorunda kalıyordu. 1897 yılında Dr. Dodd Amerika’ya giderek dispansere destek arar. Hatırı sayılır miktarda yardım toplayarak tekrar Talas’a döner. Tüm donanımları yenilenince dispanser toplum tarafından saygın bir sağlık merkezi olarak görülmeye başlar. Bu arada büyümek için Osmanlı Devleti’nden “Hastane” talepleri sürekli reddolunmaktadır. 1900 yılında yandaki bina satın alınarak dispanser biraz daha büyütülür. Hükümetle süregelen görüşmeler sonucu 70 yataklı bir hastane izni alınır. Artık hastaneye Amerika’daki cemaatlerden sürekli yardımlar da akmaya başlamıştı. 1905 yılında hastanede 342 hastanın yatarak, 8186 hastanın ise dispanserde ayakta tedavi olduğu, bir önceki yıl ise 95’i Müslüman olmak üzere 285 yatan hastanın tedavi olduğu kayıtlarda geçmektedir. 1912 yılı kayıtlarında, dispanser kısmının biraz daha genişletilmiş olduğu ve ayakta hasta sayısının 3832 olduğu, yatan hasta sayısının 616 olduğu, bunlara ilaveten 785 ameliyat yapıldığı görülmektedir.

Bu dönemde kayıtlarda Talas’ın nüfusu 10.000 olarak geçmektedir. Görüldüğü gibi okullarda temas öğrenciler ve öğrenci velileri ile sınırlı iken, “Tıbbî Misyonerlik” ile halkın neredeyse tamamına ulaşmışlardır. Dr. Dodd’un 1930 yılında kaleme aldığı hatıralarında, “Yaşlı bir hoca fıtık ameliyatı olmak için gelir. Ameliyat sonrası yataktan kalkamayacağını dolayısıyla günde beş kez namaz kılamayacağını söylediğimizde kafası karışır. Ancak yanına biraz toprak konulursa bu vazifesini yatarak da yapabileceğini söyler. Fakat biz hastane hijyeni açısında toprağı sokamayacağımızı söyleyince biraz düşünür ve evden ailesinden kendisi için namaz kılmalarına karar verir” şeklinde anekdot verilmiştir.

Bu çerçevede misyoner hemşirelere; “yalnız hastaların acıları ile uğraşılmaz, onlara İsa Peygamber de anlatılmalı” şeklinde misyon yüklenmiştir. Bu misyon Talas’ta anneler arasında toplantılar düzenlemek, anne ve çocuk sağlığı hakkında bilgiler vermek, hastalıklar hakkında anneleri bilgilendirmek şeklindeki sosyal faaliyetler sırasında yerine getiriliyordu. I. Dünya Savaşı sonlarına doğru cephelerden gelen yaralıların tedavisi için Osmanlı Devleti tarafından hastaneye el konulmuştur. Daha sonra yetimhane olarak kullanılmış, 1927’de tekrar açılarak 1967 yılına kadar faaliyet göstermiştir.

CUMHURİYET DÖNEMİNDE DURUM

24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması ile kapitülasyonlar kaldırılmış, bu yabancı okullar sıkı denetim altına alınarak millî ve lâik eğitim veren kurumlar haline getirilmiştir. Bununla alakalı çıkarılan kanun ve genelgelere uymayan okullar kapatılmıştır. Bu süreçte Talas Amerikan Erkek Koleji, Amerikalı eğitimcilerin idaresinde bulunan bir yabancı okul olarak kalmış, ancak misyoner okulu statüsünden çıkarılmıştır. 1923’te Rum ve Ermeni öğrencilerin başka yerlere gönderilmesiyle okul 1925’e kadar kapalı kalmıştır. 1925 yılında Tarsus Amerikan Koleji’nden gelen Paul E. Nilson tarafından, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan da gerekli izinler alınıp, “Ticaret ve Sanat derslerine fazla yer verilmesi” şartıyla 15 Ekim 1928’de tekrar ortaokul olarak faaliyete geçirilmiştir.

Artık Türklerin de yararlandığı bir okul haline gelmiştir.

Okulda İngilizce, Türkçe, işletme, ticaret dersleri yanı sıra meslekî dersler, mekanik çizim, atölye matematiği, tornacılık, dökümcülük, kaynakçılık, freze kullanımı, marangozluk eğitimleri de veriliyordu. Buradan mezun olanlar eğitimlerini devam ettirmek isterlerse, lise için Tarsus Koleji’ne daha yükseği için ise Robert Koleji’ne gitmekteydiler.

1950’lerde Amerikan okullarından sadece İzmir, Tarsus, Üsküdar ve Talas kalmış, Talas Amerikan Koleji 1966-67 yılına kadar eğitim faaliyetine devam etmiştir. Bu dönemde başarılı ve oldukça verimli eğitim vermiş, çok renkli bir dönem geçirmiştir. Birçok ünlü (Ayhan Sicimoğlu, Mete Akyol, Türker İnanoğlu gibi) sanatçı, yazar ve ticaret adamları Talas Amerikan Koleji’nde eğitim görmüştür.

Bu okulun ortaokul bölümünü bitiren öğrencilerden çoğu Kayseri Hava İkmal Bakım Merkezi ve Askeri Ana Tamir Fabrikaları’nda görev almış, İngilizce bilgilerinden dolayı fabrikaların kurulumunda, gelen malzemelerin montajında yabancı uzmanlarla kolayca iletişim kurarak büyük hizmet görmüşlerdir. Kolej birçok ünlü yetiştirmiş, birçoğu da yüksek makamlara gelmiştir. Yine o dönemde dersler dışında çok “ilginç faaliyetler” de göstermişlerdir. Bunlardan en ilginç olanı ise bir grup öğrencinin Ali Dağı’na tırmanıp taşlarla çok uzaklardan bile görülecek şekilde Talas’ı sembolize eden “T” harfi yazmalarıdır. İki yıl sonra Cumhuriyeti simgelemek adına yanına “C” ekleyerek “TC” yazmışlar, 1968 yılına kadar da Cumhuriyetin kaçıncı kuruluş yılı ise onu roma rakamı ile (yirminci yılı XX gibi) yazarak gelenekselleştirmişlerdir.

1961 mezunu Uygur Kocabaşoğlu kaleme aldığı o günleri anlatan “Bir varmış bir yokmuş” adlı eserinde; “Okul dışına çıktığımızda Talas ya da Kayseri’de sayıca az yakalandığımız durumlarda, okul rozetimizi almak için ya da “Koleç Bebeleri” nidalarıyla üzerimize saldırıldığı olurdu. Bunlardan da ciddi bir şey çıkmazdı. Talas, benim okuduğum yıllarda (1956- 1961) farklı bir kimlik kazandırdı bizlere. Bunun kuşkusuz artıları kadar eksileri de vardı. En büyük artısı, bizleri ömür boyu ayrılmaz dostlar (ama Sıkı Dostlar/ Goodfella: Scorsese değil!) ve düşünen, sorgulayan bireyler haline getirmesi; en büyük eksisi de biraz asosyal bir hale sokmasıydı. Biraz kendini beğenmişlikle sokaklarda dolaşır, lisede ve üniversitede arka sıralarda oturur, hep birlikte olur, aynı evlerde kalır, yaz tatillerinde birlikte gezer eğlenir, maçlara, konserlere birlikte gider, kısaca küçük bir kast oluştururduk. (Bunları, kuşkusuz kendi şahsım ve yakın grubum adına ileri sürüyorum; bütün Talaslılara genellenmesi doğru olmayabilir.)”

1967 yılında kapandıktan sonra bir dönem boş kalan binalar, 1974 yılında TV paket yayın merkezi olmuş, daha sonra 1976’da Kayseri Beden Terbiyesi’ne geçmesiyle spor ve kamp tesisi olarak kullanılmıştır. 1978 yılında Erciyes Üniversitesi’ne devredilmiş, sosyal tesis olarak hizmet vermiştir.

Günümüzde Kayseri Büyükşehir Belediyesi tarafından yeniden restore edilmiştir. Okullardan seçilen özel ve üstün zekâlı öğrencilere yatılı olarak gerek matematik, fen, yabancı dil ve sosyal bilimler dersleri gerekse de kitap okuma, özel hafıza teknikleri ve güzel sanatlar dallarında Büyükşehir Belediyesi desteğinde eğitim verilmekte olup Cumhuriyet dönemindeki hava adeta yeniden oluşturulmuştur.

Kaynaklar

  • Amerikan Board Belgelerine Göre Talas Amerikan Kız ve Erkek Kolejleri (Dr. Cenk Demir)
  • Kuruluş Gelişim ve Değişim Süreçleriyle Talas Amerikan Koleji (Dr. Mehmet Emin Elmacı – Uzm. Öğr. Burcu İyigör)
  • Misyonerlik ve Türkiye’ye Yönelik Misyonerlik Faaliyetleri (Prof. Dr. Remzi Kılıç)
  • Osmanlı’dan Cumhuriyet’e; Misyonerlerin Türkiye’deki Eğitim ve Öğretim Faaliyetleri (Dr. Ayten Sezer)
  • Türk Amerikan İlişkileri / Toplumsal Tarih Dergisi (Esra Danacıoğlu)
  • 1900’lerin Başında Kayseri Amerikan Hastanesinin Faaliyeti (Prof. Dr. M. Mümtaz Mazıcıoğlu, Prof. Dr. Nihal Hatipoğlu, Prof. Dr. Hasan Basri Üstünbaş)
  • Kayseri Amerikan Hastanesi (1887- 1967) (Doç. Dr. Özgür Yıldız)
  • Amerikan Misyonerlerin Anadolu Topraklarındaki Sağlık Faaliyetleri ve Ermeniler (Prof. Dr. Ercan Haytoğlu)
  • Bir Varmış Bir Yokmuş: Talas Amerikan Koleji (Uygur Kocabaşoğlu – 1961 Mezunu)

MUSTAFA CİNGİL

Bu yazı Kayseri Büyükşehir Belediyesi tarafından hazırlanan Şehir isimli Kültür Sanat Dergisinin 22. sayısından alınmıştır.

Ahmet Remzi Akyürek

Son Mevlevi şeyhlerinden (Kayseri, 1872 – Kayseri, 6 Kasım 1944). İlim, irfan ve fazilet sahibi bir mutasavvıf ve şairdir. Kayseri Mevlevihanesi’nde doğdu. Soyca Mevlevi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmet Remzi’nin ceddi Seyyid Süleyman Türâbî (bk.)’dir. Kayserili olan Süleyman Türâbî Mevlânâ dergâhı postnişini Mehmed Said Hemdem Çelebi’nin mürşididir. Süleyman Türâbî’nin Mevlânâ soyundan geldiği bilinmekle beraber bunu ispat edecek elde herhangi bir belge yoktur. Remzî–nâme adlı eserin yazarı Hüseyin Vassaf Bey bu hususu Ahmet Remzi Dede’ye sormuş ve ondan ceddi hakkında “Öyle bir Şeref–i manevileri varsa yazılmamakla zayi olmaz” cevabını almıştır. Konya’dan Kayseri’ye göçen Süleyman Türâbî 1835’de Kayseri’de ölmüştür. Mezarı Mevlânâ’nın hocası Seyyid Burhaneddin Hazretlerinin Türbesi’ndedir. Ahmet Remzi Dede, Türâbî’nin mezar taşındaki manzum kitabeyi dokuzar mısralı kıtalardan oluşan bir musammat (beyitleri kafiyeli dört kısımdan ibaret manzume) hâline getirmiştir. Seyyid Süleyman Türâbî’nin oğlu Seyyid Ahmed Remzi el–Mevlevî’dir. Bu zat da Kayseri Mevlevihanesi’nde şeyhlik yapmıştır. 1865’te ölmüş, Seyyid Burhaneddin Hazretlerinin Türbesi’nde babasının yanına gömülmüştür. Seyyid Ahmed el–Mevlevî’nin oğlu Seyyid Süleyman Ataullah Efendi, Ahmet Remzi Akyürek’in babasıdır. Süleyman Ataullah 1872’de Kayseri Mevlevihanesi’nde 50 yıl şeyhlik yapmış, bir ara Kayseri Müftülüğü görevinde de bulunmuştur. (Ahmet Remzi Dede, Topkapı Sarayı Müzesi Türkçe Yazmalar Kataloğu No: 2711’deki mecmuadaki şiirlerinin sonunda aile şeceresini yazmıştır).

Akyürek, sıbyan mektebini ve rüştiyeyi bitirdi, aynı zamanda babası Ataullah Efendi’den ve eniştesi Göncüzade Nuh Efendi’den özel dersler gördü. Ulemadan Müridzade Ali Efendi’den icazetname aldı. Babası Ataullah Efendi şair olmamakla birlikte şiir sever ve anlamlarını da bilirdi. Oğluyla yakından ilgilenen Ataullah Efendi okuduğu manzumelerle oğlunu eğlendirmeye çalıştığı için küçük yaşlardan itibaren şiir zevkini tattı. Babasının okuduğu şiirlerden etkilenerek kendisinde de şiir söyleme hevesi uyanmaya başladı. Küçük yaştan itibaren yazdığı şiirlerini, babasının dostlarından Hisarcıklızade Salim Efendi ve Sami Efendi düzelterek onun şiir ve edebiyat zevkini geliştirdiler. İlk olarak Konyalı Şem’î’nin divanını okuyarak şiir deneyimini artırdı. Şair Sami Efendi, Ahmet Remzi Efendi’ye İran edebiyatının ünlü mutasavvıf şairi Câmî’nin eserlerini okutarak Farsçasını geliştirdi.

İbnül Emin Mahmud Kemal İnal’ın naklettiğine göre Ahmet Remzi Efendi rüştiyede şehadetnamesini aldığı sırada idare meclisi üyelerinden Rifat Bey “Mevlevîdir sevdiğim her dem külâh eyler bana”, mısraını okuyunca Ahmet Remzi Efendi derhâl “Sen külâh etme beyim kimse külâh etmez sana” deyivermiş. Fıkrayı nakleden İbnül Emin bu hazır cevabına bin aferin demekten kendisini alamamıştır.

Ahmet Remzi Efendi, 1892’de İstanbul’a giderek Dîvân–ı Muhasebât’a mülazım olarak devam etti. Bu arada Yenikapı Mevlevihanesi Şeyhi Celâleddin Efendi’ye intisap edip el aldı. Daha önce babası tarafından sikke giydirildiği hâlde Celâleddin Efendi tarafından yeniden sikke giydirildi. Bu sırada Veled Çelebi (İzbudak) yardımıyla Ahmet Remzi Efendi’nin Fuzulî’nin bir gazeline yazdığı tahmisi bastırıldı.

Ahmet Remzi Efendi İstanbul’da bir yıl kadar kaldıktan sonra Kayseri’ye döndü. Ahmet Remzi Efendi, ilim irfan sahibi, Mevlevi ve şair bir zat olan Kayseri Mutasarrıfı Nazım Paşa’nın yardımıyla Kayseri İdadisinde ahlak ve ulum–ı diniyye (din dersi) hocalığına tayin olundu. Bir yandan da medreselerde okuyan ve kendini yetiştirmek isteyen talebelere Mevlânâ’nın Mesnevî’sini, Şirazlı Sa’dî’nin Gülistan ve Bostan adlı eserlerini ve Farsça tanınmış bazı eserleri okuttu. Böylece birçok gencin yetişmesine yardımcı oldu.

Ahmet Remzi Efendi Meşrutiyet’in ilanından sonra izinli olarak gittiği Konya’da Vahid Çelebi’nin isteği üzerine Kayseri’deki görevinden istifa ederek Konya’ya geldi. Dergâhın camisinde her sabah Çelebizadelere Mesnevî–i Şerif okuttu. Hatta Vahid Çelebi, Çelebizadelere “Bir şeyhzade sizlere Mesnevî okutuyor” diye Ahmet Remzi Efendi’yi onlara örnek göstermiştir.

Konya’da bir yıl kadar kaldıktan sonra Kütahya Mevlevihanesi’ne şeyh vekili olarak gönderildi. Kütahya’da gençlere dersler verdi. Ramazan ayında her gün ikindi namazından sonra Mesnevî okuttu. Kütahya’da dokuz ay kaldıktan sonra Kastamonu Mevlevihanesi şeyhliğine tayin olundu (1909). Harap bir hâlde bulduğu Mevlevihane’yi tamir ettirdi, hücreleri temizletti ve bahçesini düzenletti. Şair ve Edip Süleyman Nazif o sırada Kastamonu Valisi’dir. Ahmet Remzi Dede ile ilk görüştüğünde “Meşihatınız pedermande midir?” (Babadan kalma mıdır?) diye sorar. O da “Hayır Hudâ–daddır. (Hayır, Tanrı vergisidir); lehülhamd berhayattır ve Kayseri Mevlevihanesi şeyhidir.” diye cevap verir. Mevlevilik tarihinde baba ile oğlunun aynı zamanda iki ayrı tekkede şeyhlik yapmasına pek rastlanmamıştır.

Ahmet Remzi Dede, Kastamonu Mevlevihanesi’nde şeyhlik yaparken Konya dergâhı makamı Halep Mevlevihanesi’nin durumunu incelemesi ve o çevredeki tekkeleri de gözden geçirmesi için görevlendirdi. Bunun üzerine Halep’e gitti. Ayrıca Antep, Urfa, Şam, Kudüs şehirlerini dolaştı, oraların ileri gelenleri ve âlimleriyle de tanıştı. 1913 tarihinde Halep Mevlevihanesi şeyhliğine atandı. Bu Mevlevihane’nin işlerini yoluna koydu ve o havalide zayıflamış olan Mevleviliği canlandırdı. Halep Mevlevihanesi’nde yapılan ayinlere halk büyük ilgi gösterdi. Bunların arasında Museviler ve Ermeniler de vardı. I. Dünya Savaşı başlayınca Mücâhidîn–i Mevleviyye adlı gönüllüler taburunun başında bulundu ve Filistin Cephesine, Şam’a ve Medine’ye gitti. Hz. Peygamber’in türbesi Ravza–ı Mutahhara’yı ziyaret etme mutluluğuna da erişti. Kendisine Gönüllü Mevlevi Taburu’ndaki üstün gayreti dolayısıyla Harp Madalyası, Berat ve Nişanı verildi.

1924 tarihinde İstanbul’da Üsküdar Mevlevihanesi şeyhliğine atandı. O sıralarda Mevlevihane oturulamayacak kadar harap durumdaydı. Daha önce gittiği yerlerde yaptığı gibi buranın da her tarafını onartmıştı. Dostları yeni durum için sevinçlerini şiirlerle belirttiler. Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Abdülbaki Dede’nin tarih manzumesi Remzi Dede’nin odasına asıldı. Buradaki Şeyhliği süresince semahanede 15 günde bir ayin düzenledi, belli günlerde camilerde Mesnevî–i Şerif okuttu. İstanbul Meclis–i Meşâyih üyeliği, Medresetülirşad’da tasavvuf müderrisliği, Üsküdar Müftülüğü idaresinde tekkelere ait işlere bakan mecliste üyelik görevlerinde bulunmuştur.

2 Eylül 1925 tarihinde tekke ve zaviyelerin kapatılması üzerine Üsküdar Selimağa Kütüphanesi baş memurluğuna (müdürlüğüne) tayin olundu. Mevlevihane hayat boyu olmak şartıyla kendisine verildi. Remzi Dede, Kütüphane’de yoğun bir çalışmaya girdi. Kitapların tasnif ve tanzimiyle uğraştı. Elyazması eserlere ait fişler hazırlatarak bunlarda eserin yazarı ve konusuna ait önemli bilgiler verdi. İlgisini çeken Arapça birkaç eseri de Türkçeye tercüme etti. Mevlânâ yolunda kazandığı engin insan sevgisi, derin bilgisi ve öğretme aşkıyla kendisine başvuranların müşküllerini halletti. Kütüphane’ye gelen araştırmacılarla ilgilenerek yetişmelerine yardımcı oldu.

1 Şubat 1937’de Selimağa Kütüphanesindeki görevinden istifa etti. Bu sırada kendisi gibi eşi de yaşlı olup birbirlerine bakamayacak durumdadırlar. Bundan sonra yalnız kalamayacaklarını anlayarak Ankara’da oturan kızlarının yanına gittiler. Ankara’da üç kızı ve torunlarıyla birlikte rahat ve mutlu yaşadılar. Bu arada şiir yazmayı da bırakmamıştır. Şiir onun için su ve ekmek gibi azizdir ve gereklidir. Her günü şiirle dolu geçmiştir. Kızları, torunları ve yeğenleri hakkında yazdığı şiirlerle neşeli günler ve saatler geçirdi.

Ankara’da daha çok ortanca kızının yanında kaldı. Lütfiye Cıngıllıoğlu adındaki bu kızı Kızılay’da Atatürk Bulvarı’na paralel olan Selanik Caddesi’nde oturuyordu. Remzi Dede kendisini biraz güçlü hissettiği bir gün yürüyüş yapmış olmak için Bulvar’a çıkar. Remzi Dede’nin tam karşısında duran özel bir makam arabasından Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel inerek Dede’nin yanına gelir ve saygıyla baş kesip hatırını ve niçin Ankara’ya geldiğini sorar. Ankara’da artık kızlarında kalmak zorunda olduğunu öğrenince “Bütün gün evde kalmaktan usanırsınız. Ankara’da Eski Eserler Kütüphanesinde elyazması pek çok eser vardır. Orada sizin uzman olarak bulunmanız çok yararlı olur” diye teklifte bulunarak kabul etmesini rica eder. Kitaplarla haşır neşir olmaktan ve ilim taliplerine yardım etmekten büyük mutluluk duyan Remzi Dede yaşının ilerlemiş olmasına rağmen teklifi kabul eder. Eski Eserler Kütüphanesi o zaman, Atatürk Bulvarı’ndan Ulus’a giderken sağda Kediseven Sokağı’ndaydı. Kütüphaneler Genel Müdürü Aziz Bey, Kütüphane Müdürü Hamdi Bey ve bütün personel Dede’nin etrafını bir sevgi ve saygı hâlesi olarak çevirmekteydiler. Okuyucular ise çölde gür bir kaynak bulmuşlardır.

Ahmet Remzi Dede, Türkçeyi en iyi bilenlerdendir. Onda engin bir Türkçe sevgisi vardı. Divan edebiyatı tarzındaki şiirlerinde Arapça ve Farsça sözcükler ve tamlamalar bulunmakla beraber dili sağlam, ifadesi Türkçedir. Türkçeyi bütün zenginliği ve anlam incelikleriyle kullanmıştır. Atasözleri, deyimler, konuşma kalıpları, hatta bazen mahallî sözcükler ve söyleyişler bile gözünden kaçmamıştır. Ahmet Remzi Dede’deki Türk dili sevgisi onda güçlü bir Türklük ve milliyetçilik duygusu meydana getirmiştir. Mevlânâ gibi Ahmet Remzi Dede de Türklüğüyle öğünmüştür. Atatürk’ten daima “Türk Büyüğü” diye söz etmiştir. Atatürk’ün kılıcı karşısında Yunanlıların İzmir’i terk etmeleri üzerine şu en güzel beyti söylemiştir:

Çıktı bir san’atlı tarîh Lûtf-ı Hak oldu delil
Kaçtı “tîg-i Mustafa”dan işte yunan-ı sefîl

Ahmet Remzi Akyürek’i Kayserili hemşerileri Osmanlı Mebuslar Meclisine üye seçmişler, ayrıca Atatürk kendisine milletvekilliği önermişse de Remzi Dede yetişme tarzının bu görev için elverişli olmadığını belirterek özür dileyip kabul etmemiştir.

Ahmet Remzi Dede gayet zeki, bilgisi derin büyük bir âlim, son derece alçakgönüllü, gösterişten hoşlanmayan gerçek bir mümin ve tam bir derviştir. İlme ve terbiyeye önem veren, doğru sözlü, nur yüzlü büyük bir insan ve güçlü bir şairdir. İlim okuyarak öğrenilir. İrfan da nefis terbiyesiyle kazanılır. Şairlik ise fıtrîdir yani Allah vergisi olup yaratılışta vardır. Âlim, arif ve şair olan Remzi Dede, divan edebiyatı şiirinin ve millî halk edebiyatımızın zevkine sahiptir. Şiirlerini hem aruz hem de hece vezniyle yazmıştır. Divan edebiyatı şiirlerini “elsine–i selâse” Arapça, Farsça sözcüklerle ve tamlamalarla yazmıştır. Farsça olarak yazdığı Divançe’si henüz basılmamıştır. Aruz vezniyle ve ebced harflerinin sayısıyla tarih düşürmekte çok ustadır. Tanıdığı kişiler, özellikle Kayseri’nin köklü aileleriyle âlimlerinin ölümlerine tarih düşürmüştür. Bu arada kayınpederi Feyzizade Feyzullah Efendi’nin 1225/1810’da ölümüne tarihi vardır. Kendi kızlarına, torunlarına ve yeğenlerine, ayrıca tanıdığı dostlarının çocuklarına doğum tarihleri düşürmüştür. Kültür adamlarımız ve edebiyatçılarımız için tarihleri vardır. Hasan Âli Yücel’in Milli Eğitim Bakanı oluşunu manzum tarihle tespit etmiş, Mehmet Âkif Ersoy’un, Abdükhâk Hâmid’in ve daha birçok şahsın ölümlerine tarih düşürmüştür.

Remzi Dede’nin gönlü her türlü yeniliğe açıktır. Teknik ilerlemelerden yararlanarak yapılan faydalı yapılardan memnun olup onlar için tarihler yazmıştır. Böylece Remzi Dede yaşadığı devri bütün yönleriyle şiirlerine aksettirmiştir.

Ahmet Remzi Dede’nin yaşı epeyce ilerlemiş olduğundan son nefesini ata, baba diyarında vermek arzusuyla Kayseri’ye gitti ve orada 6 Kasım 1944’te hayata gözlerini yumdu. Dedelerinin, babası Şeyh Ataullah Efendi ve kardeşi Şeyh Hüsameddin Efendi’nin gömülmüş oldukları, Mevlânâ’nın hocası Seyyid Burhaneddin Muhakkık–ı Sırdân Hazretlerinin Türbesi’ne defnedildi. Cenazede halk çok kalabalık olup tabut parmaklar üzerinde taşındı. Şairlerden Nuri Gencosman, Tâhirü’l–Mevlevî (Olgun), avukat Bitlisli Hulûsi, Arif Nihat Asya, Şevket Kutkan Ahmet Remzi Dede’nin vefatına manzum tarihler düşürdüler. Onun ilminden ve edebî birikiminden istifade edenler arasında Süheyl Ünver, Feridûn Nafiz Uzluk, Saadettin Nüzhet Ergun, Nihat Çetin, Ziver Tezeren, Hakkı Süha Gezgin, Arif Nihat Asya ve M. Kadir Keçeoğlu (Yaman Dede) vardır. (bk.) Özellikle Feridûn Nafiz Uzluk yedi yıl Dede ile birlikte kalmış ve kitaplarını yazarken Dede’den yararlanmıştır.

Ahmet Remzi Dede eski kültürümüzün son büyüklerindendir. Bilgisi, insanlığı, son derece alçakgönüllü oluşu ve yardım severliğiyle eskilerin “insan–ı kâmil”, yani olgun, mükemmel insan dedikleri bir zattı. Geniş bilgisiyle canlı bir kütüphaneydi. Kendisine başvuranların güçlüğünü hallederdi. Özellikle de gençlerin yetişmesine yardımcı olan örnek bir insandı. Ahmet Remzi Dede’nin yazdığı eserlerinin hepsi bastırılmamıştır. Basılmış olanlar çok faydalı kitaplardır. Basılmış eserlerinden biri olan Miftahü’l–Müellifin Fihristi adlı eseri onun çok büyük bir sabırla çalışan bir ilim adamı olduğunu göstermektedir. Bu eseri sayesinde Bursalı Mehmed Tâhir Bey’in üç cilt olan Osmanlı Müellifleri’nden yararlanma imkânını sağlamıştır.

Ahmet Remzi Dede’nin basılmış ve basılmamış olan eserleri Hasibe Mazıoğlu’nun Ahmet Remzi Akyürek ve Şiirleri (Ankara 1987) adlı kitabında bulunmaktadır.

Eserleri: Basılı olanlar: Manzum Kavâid–i Fârisî (1898); Tuhfetü’s–Sâ’imîn (1898); Âyîne–i Seyyid–i Sırdân (1898); Mir’ât–ı Zeyne’l–Âbidin (1899); Münâcât–ı Hazret–i Mevlânâ (1917); Bir Günlük Karaman Seyahatnamesi (1908); Bergüzar (1915); Tarihçe–i Aktâb (1912); Gülzâr–ı Aşk (1918); Reh–nümâ–yı Ma’rifet (1928); Tuhfe–i Remzî (1925); Fihrist–i Hûb; Üslûb–i Mergûb; Miftâhü’l–Kütüb ve Esâmî–i Müellifîn Fihristi (1927); Zâviye–i Fukarâ (1948); En–Nüshatü’ş–Şâfiyye fî–Tercemeti’s– Sohbeti’s Sâfiyye (1948); Mahbûbü’l–Ehibbe (1982). Basılmamış eserleri: Kayseri Şairleri; Lübb–i Fazîlet; Tabsıratü’l–Mübtedî ve Tezkiretü’l–Müntehî Tercümesi; Divan; Farsça Divançe.

Kaynakça
Hasibe Mazıoğlu, Ahmet Remzi Akyürek ve Şiirleri, s. 78–79; İbnül Emin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, III. 1429; Hüseyin Vassaf, Remzî–nâme, s. 9.

Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu

Bu yazı Kayseri Büyükşehir Belediyesi tarafından hazırlanan Şehir isimli Kültür Sanat Dergisinin 18. sayısından alınmıştır.